24 Aralık 2007 Pazartesi


Platon'dan beri felsefe, hakikati gerçeklik yerine kavramlarda aramayı seçmiş; kavramlar dünyasının o tasarlanmış cazibesi karşısında, dünyevi olan daima yetersiz görülmüştür. Sonuç: kendi bedeninden, duygularından kaçmaya, arınmaya çalışan ve durmaksızın kavramların saf, renksiz, kokusuz, ideal güzelliğine erişmek için didinen modern insandır. Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik'te felsefenin soyut, steril dünyasından, acıları ve kötülükleriyle hayatın çıplak gerçekliğine açıldığımızda nelerin olacağını gösteriyor bize. Alışık olmadığımız kişisel bir dille şenlik ve aşka; elbette nefret ve ölüme, kısaca hayata çağırıyor bizi, hem de üniversite kürsüsünden, felsefesinin sayfaları arasıdan...

Sartwell tezleri Nietzsche, Havel, Heidegger ve Bataille'ın görüşleriyle harmanlıyor; Amerikan yerlileri be Uzakdoğu'nun geleneklerine kulak veriyor. Ona göre, tüm ahlaki değerler olması gerekeni anlatır; olanın eksik var olduğunu söyler, gerçekliği inkar eder. İhlal ise yaşamaya 'evet' demektir. Çünkü yaşadığımızı günahlarımızla, suçlarımızla, korkularımızla, acılarımızla anlarız. Dünya erdem ve güzellik kadar sidik, bok ve nefretle birlikte vardır. Aşk kadar nefret de hayatın gerçeğidir; olduğu gibi olumlanmaya ve sonuna kadar yaşanmaya layıktır.

Sertwell edepsizliği savunuyor. Ona göre, her edepsiz söz ya da fiil bedeni çağrıştır. Oysa uygarlık adına beden men edilmiş, bastırılmıştır; doğal kokuları parfümlere boğulmuş, faaliyeti kapalı odalara haspsedilmiştir. 'Uygar insan' sınırlılığını inkar ederek, ölümünden, duygularından, kısacası kendinen utanan insana dönüşmüştür.

Hayatımızı böylesine 'kitleyen' araçlardan biri olan devlet ise hem yalan hem de yalancıdır. Gücün ve ölümün örgütlenmiş çetesidir. Devletin yasa ve kurumları gırtlağımıza dayanmış postalları gizlemek için incelikle işlenmiş göz bağlarıdır. Artık post-totaliyer sistemlerde temel çatışma ezen/ezilen arasında değildir. Tek tek her insan hem ezen hem de ezilendir; kişi 'sistemin hem kurbanı hem de payandası' olmuştur. İktidar tek tek herkesin içinden geçerek örülmüş, kişi kendisi tarafından ezilmeye başlamıştır...

Sartwell kavramlara ve ciddiyete saldırdığı bu provokatif kitabında bizi edepsizliğe ve oyuna yani hayata çağırıyor...

'Cehenneme Övgü'den ötesine geçmek isteyenlere...

(Arka Kapak)

dayanışma radikal bir durumun infazıdır....


dostluk,anlaşmayı aşar.anlaşmak arkadaşlığın yani öteki ile buluşmanın koşuludur yalnızca.arkadaş ile anlaşırsınız,beraber gülüyorsanız şanslısınız ama o kadar!...dostluk ise anlaşmakla yetinmez.tarafları teslim olmaya çağırırteslim olmak çıplak olmayı becermektir: ötekine kırılganlıklarını cesaretle gösterebilmek;ego'ndan vazgeçmek narsizminle baş etmektir.teslim olmayı beceremeyenler arkadaş kalırlar dost değil.arkadaşından dostluk isteyen,ona "güven bana" der ve bekler
abdülgaffar el hayati

bilindiği üzere hep kapitalizm kriz geçirecek değil ya bizlerde krizler geçiriyoruz sizofreniye varacak düzeyde krizler geçiriyor birde bakıyoruz ki büyük idalar ile çıktığımız yollarda küçük su birikintileri içinde boğulup durmaktan öteye geçemiyoruz ... peki bizleri bu korku sinsilesine salan gerçeklik ne?
-ailevi problemlerimizmi ?
-metayla kurduğumuz diyaloglarmı ?
-ilişkilerimizde yaşadığımız yada bir şekilde yaşatmaya mecbur kıldığımız deformasyonlarmı ?
-mademki bu hayatı yaşıyoruzda birazda olsa görsel güzelliklerden haz duyma girişimlerimiz mi?
... gibi bir çok soruyla karşı karşıya geliyoruz.peki ne yapabiliriz asıl soru bu aslında .Düşünsenize üretim ve dolaylı olarak tüketim ilişkileri bir şekilde sorunla ve çözümleriyle bizleri bombardıman etmekte ama bizler bunların büyük bir kısmına üretebildiğimiz çözümlere ve direnişlere rağmen kendi hayatlarımızda ufakta olsa bir isyan noktası gösteremiyoruz.ve zaman alıp başını gidiyor ..

tez elden bir kaç şeyin köşe taşlarını belirlememiz gerekiyor ...
özgürlük bunların en başında - özgürlük bizim için ne anlam ifade ediyor ?
özgürlük uzanımları nelerdir? gibi sorular bizlere birazda olsa ışık tutacaktır gibime geliyor.
özgurluk, insanin yalnizca kendi irade gücünü ortaya koymasi, onu gerçekleştirmesi değildir. özgürlük daha çok bizim başkalarının varlığını tasarlayabilme gücümüz, başkasını başkasi olarak kabul edebilme yeteneğimizdir.
Iris Murdoch
tabikide bu direniş ve protesto biçimin çıkışı yukarıdan inme bir şekilde gelişemez ister istemez tarihin tozlu yaprakları arasına başvurmak gerekiyor.

deneyimin ve tarihin ogrettigi sudur-halklar ve devletler tarihten hicbir sey ogrenmemis, ya da ondan cikarilmis ilkelere gore davranmamistir...dunya tarihi, ozgurluk bilincinin gelisiminden baska bir sey degildir.
G.W. Friedrich Hegel

demokrasi (yazıyı unuttuğumu sanmayın bir başladım dallandı budaklandı bir türlü toparlayamadım ama sizlere söz en kısa zamanda toparlamaya çalışacam yazıyı)
nedir bu uçsuz bucaksız tartışmadan çıkabilecek basitte olsa bir kaç yanıt?
aklıma michel foucoulttun bir lafı geldi"Modern büyük gözaltıdır." bence bunu biraz düşünmek hukuksal ilişkiler biçimine açık olmak gerekiyor. buda en tabikide risk almaktan geçtiğini unutmamak gerekiyor.

Devlet devrimle yikilabilecek bir sey degil, insanlar arasindaki iliski tarzidir. Devlet bu iliski tarziyla varolur, beslenir, guclenir, somurur ve oldurur. Devlet, otoriter ve hiyerarsik orgutlenmelerle iktidara talip olunarak degil, insanlar arasinda devletin keni yeniden uretmedigi yeni iliskiler, ozgurlukcu ve dayanismaci yeni bir "hayat tarzi" kurularak yikilabilir. Asil olan "iktidari almak" degil, gundelik hayat devrimleridir. Zira yasanacak hayatlarimiz vardir.
Abdulgaffar El-Hayati

mülkiyet ve otoriter durumları iyi tariflemektede fayda var? (en kısa zamanda bununlada ilgili bir yazı yazmak gerekliliğini düşünüyorum)
Yüceltmenin olduğu her yerde bir tahakküm gizlidir bunuda unutmamak gerekiyor?
Neden bu yazıyı yazmak istedim onu da anlamış değilim ama :) denemekten başka bir ihtimal gelmiyor umut içermek ve denemek emek dökerek denemek ... çok klasik bir sözle bitirmek gerekirse
Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yenil. Daha iyi yenil.
Samuel Beckett

rage against the machine & outkast bombs over Bagdad

Zapatistalar: “Hava savaş kokuyor”

- - 23 Aralık 2007

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) lideri Marcos, Meksika’nın güneydoğu dağlarında yaptığı açıklamada savaş kokusu aldıklarını belirterek, silahlı mücadelenin yeniden başlayabileceği uyarısında bulundu. Marcos, bir süre basına da konuşmayacağını bildirdi.

EZLN lideri Subcommandante Marcos bu kez Meksika’nın güneydoğu dağlarında konuştu. Zapata devrimi lideri Marcos, silahlı mücadelenin Chiapas’ta yeniden alevlenebileceği konusunda uyardı. San Cristobal de las Casas’da yapılan toplantıya birçok ünlü isim de katıldı.

John Berger, Naomi Klein, Immanuel Wallerstein, Brezilya MST’den Ricardo Gebrim ve 2006’da Oaxaca isyanının tanığı Meksikalı Gustavo Esteva da toplantıda yer aldı. Toplantıya katılamayan Noam Chomsky de bir mesaj gönderdi.

Silahlı barışın sonu mu?

Zapatistalar bir yıldır devletin suç ortaklığı yaptığı paramiliter grupların saldırılarına maruz kaldıklarını belirtiyorlar.

Marcos, “teorik mastürbasyon” olarak tanımladığı bazı iğneleyici ifadeler kullandıktan sonra sözlerini sertleştirerek, “EZLN bir ordudur. Kuşkusuz diğerlerinden çok farklı ama bir ordudur” dedi. Sonra, “oysa savaşın, tıpkı korku gibi, bir kokusu vardır ve biz topraklarımız üzerinde pis kokular almaya başladık” şeklinde konuşan Marcos, “en azından bir süre boyunca” medya karşısına da çıkmayacağını belirtti.

Zapatistaların basına kapalı olarak yeni stratejilerini belirlemesi gerekiyor. Marcos bir süre önce bir gazeteciye, bunun son mülakatı olabileceğini söylemişti.

Mali destek azalıyor

Marcos kendi saflarında Meksika soluna olan güvensizliğinden dolayı eleştiriliyor. Mart 2001’de Mexico’ya doğru görkemli Zapatista yürüyüşünde kendisine eşlik eden birçok aydın uzaklaştı. Bu izolasyonun sonucunda EZLN’nin uzun süredir aldığı finansal destek azaldı. Bu destek özellikle İtalya ağlarından geliyordu. Otonom belediyeler nezdinde de sesler yükselmeye başladı ve göç eden gençlerin sayısı giderek artıyor.

Marcos silahlı mücadeleye geri dönmeyi dışlıyor ancak saldırılar mutlaka cevap vereceklerini kaydediyor. Marcos’un dikkatleri 2010’a çekiyor, yani bağımsızlığın iki yüzüncü yılı ve Meksika devriminin yüzüncü yılına. Marcos, “zira en az yüzyılda bir Meksika halkı hayır diyor” dedi.

Mexico City ve Oaxaca düştükten sonra…

2006’nın yaz aylarında Meksika’da iki büyük halk hareketi patlak vermişti. Biri, başkanlık seçimlerine karıştırılan hile sonucu, sağcı Felipe Calderon karşısında kıl payı yenik düşen merkez-sol PRD taraftarlarının başkentteki sivil itaatsizlik eylemleriydi. Aylar boyu süren eylemlere yüz binlerce kişi katılmış, PRD’nin söylemi giderek radikalleşmiş ancak hareket başkentle sınırlı kalmıştı. Öğretmenler grevinin öncülüğünde gelişen kitle hareketinin Oaxaca’yı 6 ay boyunca sokaktan yönetecek Oaxaca Halk Meclisi’nin kuruluşuyla bir ikili iktidara dönüştüğü Oaxaca eyaletinde de devlet sokakların kontrolünü ancak aylar sonra büyük terörist operasyonlarla yeniden ele geçirebilecekti.

Bu süreçte EZLN liderliği Oaxaca ile örgütlü olmayan sembolik dayanışma eylemleri sergilerken, başkentteki hareketi dışlamıştı.

Yerel direniş dinamiklerinin birbirini destekleyen bir rotada ilerlemesinin önünde nesnel engeller olmakla birlikte EZLN’nin de parçalılığı aşma yönünde bir tavır sergilemekten kaçındığı bilinen bir gerçekti. Sonuç olarak Mexico City ve Oaxaca’nın düşüşünün ardından Meksika devletinin silahları Chipas’a da yöneldi.

Marcos’un bu son “alarm” ilanının ne ile sonuçlanacağı meçhul ancak Chiapaslıların ana eğilimi öyle ya da böyle bekleyiş durumunun değişmesi.

4 Aralık 2007 Salı

Va, Vis et Deviens (Go, See, and Become) - (Bir Şans Daha)

1984 yılında, açlık ve iç savaştan kaçan binlerce Etiyopyalı Yahudi, İsrail ve Amerika’nın ortak düzenlediği “Musa” kod adlı askeri bir operasyonla Sudan’dan İsrail’e götürüldü. Bir anne, bu karmaşanın tam ortasında, dokuz yaşındaki oğlunu uçağa ilerleyen kalabalığa doğru iter ve “git, yaşa ve öyle ol” der. Çocuk Yahudi değildir, ama İsrail’de, açlıktan kaçan bir Yahudi ve bir yetim olarak karşılanır. Yıllar geçtikçe Yahudi, İsrailli, evlatlık verildiği liberal görüşlü aile sayesinde Fransız kimliklerini edinir ama birçoklarının gözünde hâlâ sadece bir zencidir. Dini ve batı değerlerini öğrenirken ırkçılığı ve savaşı da öğrenir. Büyür, okulunu bitirir, ama sırrını kimseye söyleyemez, geride bıraktığı annesini bir gün bulma umudunu da asla kaybetmez. Aşık olurken bile aynı korkuyu yüreğinde hisseder: Ya yalancı olduğu ortaya çıkarsa?
bu filmi hatırlatan ve bir kaç kişi de olsa izleten hatta yorum bile yazan biladerim gorE adamına teşşekürü demokrasi adına bir mütevazilik olmasada borç bilirim.

kemikal biladerlerden yeni bir oluşum daha

bilidiği üzere yılmadan tek başına süren bu blog maceramızda azimle taşları delmeye devam ediyoruz. (demokrasi üzerine yazacağım yazı daha bitmedi sadece bir giriş yaptığımıda belirtmek isterim)

Dünya yuvarlak ve dönüyor belkide dünya dönüyor be berzan demek daha kolay olurdu :)
Amaç aslında bir şeyleri aktara bilmek değilmi acıyan yanlarımıza doğru bir yerlerimizi aktara bilmek. Kemikal biladerler bu amaçla bir çok ilki gerçekleştirmeye devam ediyor. paylaşımlarımızdan bir kaçı bağımsız olması temennisiyle
sianema
, agırçekim ve incelemenizde fayda duyacağımız(daha doğrusu duyacağım)Can Başkent

30 Kasım 2007 Cuma

İşkence Bahçesi- Octave Mirbeau


Fransa'da 20.yy başlarında politikanın çirkinliklerine çirkinlik ve alçaklık katarak yaşayan bir Fransız, durumunu kurtarmak, zavallı hayatını devam ettirebilmek, politikanın, insanların, hayatın ve kendisinin sefilliğinden kaçmak için devlet görevlisi olarak uzakdoğuya gider. Yolda Clara adında zengin, güzel, şehvetli bir İngiliz kadın ile tanışır. Clara ahlaksızlık, alçaklık ve "insaniyetsizlik" timsalidir. Buna rağmen, Fransız ona aşıktır. Kurtulmaya çalıştığı içindeki kötü adam Clara'yı, Clara'nın hayatını yaşamayı istemektedir. Hayatı merhametsizlik, şehvet düşkünlüğü ile geçen bu kadından kurtulmak için bir süre ondan uzaklaşır. Döndüğünde ona karşı duygularının değişmemiş olduğunu görür. Clara onu İşkence Bahçesine götürür. Burası bir tarafı harikulade ve eşsiz çiçek ve bitkilerin bulunduğu bir tarafında da mahkumları türlü işkencelerle öldürülen bir hapishanenin olduğu bir yerdir. Fransızın burada şahit olduğu işkenceler ve bahçe aynı özenle tarif edilir yazar tarafından. Doğanın sanatı ve insanın sanatı olarak. Clara da bunun sanat olduğunu düşünmekte ve görüp izlediği işkencelerden adeta cinsel bir zevk almaktadır. Fransız'ın içinde iyi ve kötü çatışmakta, bir yanı Clara gibi bundan zevk almanın yollarını aramakta, bir yanı bu işkencelerin insan onuruna aykırı olduğunu haykırmaktadır.
Yazar roman boyunca insanın doğasındaki şiddetin kaynağını araştırır, sonradan gelişen bir dürtü müdür yoksa ne yaparsak yapalım o içimizde midir? Koşullar uygun olduğunda uykusundan uyanıp her insanı işkenceci ya da katil yapar mı şiddet?
Kitabın ana temasını beğenmekle beraber, işkence sahnelerinin çok ayrıntılı olması benim için rahatsızlık verici idi. Yine de bu durum bana önceden söylense bu kitabı okurdum. Şiddetin doğası oldukça ilgi çekici bir konu.

23 Kasım 2007 Cuma

kemikal biladerlerden bir geyik bir damar kampanyası -1-

“Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti bütün halkın güvenliği için tehlikedir.”
Söyleyenin kim olduğunu unuttuğum bir cümle aslında bildiğiniz gibi sohbetlerimin genelin demokrasi ile bir yazı yazmak hep kafamın kenarında bir yerlerde vardı ama nesnel koşullar ve gereksinimler bu yazıyı bir an önce yazmam gerektiği konusunda beni zorladı.


Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Yunanca demokratia (δῆμος, yani demos, halk zümresi, ahali + κράτος, yani kratia iktidar) sözcüğünden türemiştir. Türkçeye, Fransızca démocracie sözcüğünden geçmiştir. Genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlarda demokrasi ile yönetilebilirler.

Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, o zamanlarda halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve liberal, komünist[1], sosyalist[2], muhafazakar[3], anarşist[4] ve faşist[5] düşünürler kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok fazla sayıda değişik tanımı oluşmuştur.alıntı

kemikal biladerlere yeni biri daha eklendi

bilindiği üzere zırtaboz haber ajansı genel yayın yönetmeni mr. çiço gönlünün sultanını buldu ...devlet terkanından gerekli izinleri aldığında vizesiz giriş çıkış izli alacak olan gönül sultanı gerek entellektüel birikimi gerekse üstün kişilik vasıflarıyla demokratik bir biçimde aramıza katıldı . mr. çiço zırtaboz haber ajansına yaptığı açıklama ... kalbinin yerinden fırlamak koşulu ile ( bu koşular n.ş.a standartları dışındadır.) şuursuz bir şekilde attığını gerekli koşullar yakalanırsa romayı kibritle yakmak koşulu ile yakabileceğini anlatmaya çalışan mr. çiço yukarı ve yukardaki karar mekanizmalarını herkeze böyle bir şey nasip etmesini dilediğini anlatarak sevinç göz yaşları döktü.
kemikal biladerler ve kınıklı sosyal yaşam formu yetkili merci ve merkez komitesi olarak mr. çiço helal olsun der kurmaya çalıştığı ve kuracağı tüm ilişki biçimlerinde başarılarının devamını ve en az bir altın madalya ile kemikal biladerleri şereflendireceğini düşünmekte ve desteklemekteyiz

15 Kasım 2007 Perşembe

o ki dünyada neler olduğunu çok iyi biliyoruz ufakta olsa bir bilgilendirme



Hugo Rafael Chávez Fría (d. 28 Temmuz 1954), Venezuela'nın devlet başkanıdır.

1992 yılında yarbay iken yolsuzlukları ayyuka çıkmış bulunan devlet başkanı Carlos Andrés Pérez'e karşı darbe girişiminde bulunmuş fakat başarılı olamamıştır. 1994 yılında halkın desteğiyle affedilmiş, 1998 yılındaki seçimlerde %56 oy oranıyla devlet başkanlığına ilk kez seçilmiştir. 1998'de seçilen Chávez, yönetimde kalıp kalmaması için 16 Ağustos 2004'de yapılan halk oylamasında, oyların %94'ünü alarak seçimi kazanmıştır.

Uygulamaya koyduğu radikal siyasal dönüşümleriyle neo-liberalizme karşı somut bir alternatif oluşturan Chávez, altı yıllık iktidarında girdiği her seçimde oylarını sürekli arttırmaktadır. Ülkesinin başındaki yoksulluk, açlık, cehalet, barınma, çalışma ve kadın hakları gibi sorunların çözümünün kapitalist sistem içinde kalınarak sağlanamayacağını iddia etmekte ve devrimden söz etmektedir. Venezüella'da çok daha adil, barışçı, eşit ve özgür bir dünyanın ancak sosyalizme açılarak gerçekleştirilebileceği görüşünü savunmaktadır.

Washington yönetiminin düşman olarak gördüğü Küba gibi ülkelerle sıkı bağlar kurmuş ve ABD karşıtlığını her fırsatta dile getirmiştir.

Ayrıca ABD'nin yaptığı darbeyle baştan indirilmiş ancak 2 gün (48 saat içinde) sonra tekrar iktidara gelerek ABD'ye karşı gelmeyi başarmıştır. Bu özelliğiyle ABD'ye başkaldırıda bulunabilen nadir devlet başkanları arasına girmiştir. Bunun bir diğer örneği de Fidel Castro'dur.

Dünyanın beşinci petrol üreticisi Venezuela, 1,5 milyon varili ABD'ye olmak üzere günde yaklaşık 3,2 milyon varil petrol ihraç ediyor.

Kuzey Kore, İran, Küba, Belarus vs ülkelerle iyi ilişkiler içindedir. Dünyanın karizmatik liderlerinden biridir. Amerikan başkanı Bush'a eşek demişliği vardır. Aynen şöyledir -Bay Bush siz bir eşeksiniz bir de kötü İngilizcemle söyleyeyim. Mr. Bush You are a donkey hatta Amerikan aleyhtarlığını 2006 yılının ağustos ayında yaptığı İran gezisi ile göstermiştir.

Son olarak da BM konuşmasında "Şeytan dün buradaydı" sözleri ile Bush'u bir şeytan olarak tanımlamış ve dünya çapında büyük ilgi toplayan bir konuşmaya imza atmıştır. Ülkesinde anti emperyalist bir politika izlemektedir.

4 Aralık 2006 tarihinde Venezuela'da yapılan devlet başkanlığı seçimini kazanarak 2012'ye kadar devlet başkanı olmaya hak kazanmıştır.

7 Kasım 2007 Çarşamba

birazda sinema kara tahta, sarhoş atlar zamanı


Kara Tahta, Kürtçe olarak çekilmiş bir İran filmi. Cannes Film Festivali'nde jüri büyük ödülü almış olan Kara Tahta, İran kırsalında kendilerine öğrenci arayan öğretmenlerin öyküsünü belgesele yakın bir dramatik formda anlatıyor. Bu öğretmenler, sırtlarında kara tahtalarıyla seyyahlar gibi geziyorlar. Bölgede yakın zamanda yaşanmış savaşların yarattığı yıkım ise, her sahnede kendini belli ediyor: Öğretmenlerin sırtlarında taşıdıkları kara tahtaların tek işlevi, öğrenciler ders verilirken ortaya çıkmıyor. Bu kara tahtalar, aynı zamanda birer kalkan ve sığınak görevi de üstleniyor zorlu coğrafyada. Hatta, kimi durumlarda bir eşe karşılık olarak da verilebiliyor.

Bu filmde oyuncu olarak karşımıza çıkan Bahman Ghobadi'nin, yine bir Kürtçe film olan Sarhoş Atlar Zamanı'nda yönetmen kimliğiyle karşımıza çıkmış olduğunu da ekleyelim..
kaynak



İran, Irak, Türkiye sınırında yaşan Kürt bir ailenin dramı anlatılır. Anne ve babasının ölümünden sonra Ayoup, engelli kardeşi Madi'nin tedavisi için katır sırtında İran'a yük taşımaya başlar. Bu sırada ablası kardeşi Madi ile ilgilenmektedir. Çetin kış şartlarında İran - Irak sınırında çeşitli işler yapar. Birgün soğuktan donmamaları için yük taşımacılığında kullanılan atlara viski içirdiklerini görür. Fakat yük taşıyan insanlar soğuktan çalışamamaktadırlar. Ardından Ayoup daha fazla para kazanabilmek adına kardeşi Emine ile birlikte kaçakçılığa başlarlar. Savaşın enkazları, halkın yoksulluğu sahne sahne gözler önüne serilir. Savaşın izlerinde, yaşanan gerçek bir hikayedir. Filmde atlara gösterilen özen, insanlara gösterilmez.

Madi'nin tedavisi için para kazanamayan Ayoup'un ablası, kendinden yaşça büyük bir Iraklı ile Madi'nin tedavisi karşılığında evlenmeyi kabul eder. İran sınırından Irak sınırına at üstünde Madi ile birlikte gider. Fakat Irak'ta Ayoup'un eline bir katır tutuşturularak Madi ile birlikte İran'a gönderilir. kaynak sarhoş atlar zamanı

6 Kasım 2007 Salı

kemikal biladerler mükemmel bilgi kampanyası

bilindiği üzere kemikal biladerler üstün kişilikleri hayata farklı bakma azimleri ve çalışkanlıkları üzerine yeni birini daha ekledi. emek sermeyasi çelişkisi üzerine ve yeni dönem hareketleri üzerine baya bir bilgi birikimi sağlıyan ve alternatif çözümler üretebilen kemikal biladerler. eleştirel bir siyaset yürütme adına tüm giriştikleri çabaları bir anlam kazanmaya başladı. gerek araştırmacı kişilikleri gerekse kendi sorgularının ve iç yolculuklarının açmış olduğu metaforla kendi yaşantılarını toplama yolundaki meyvelerini vermeye başladı( bilidiği üzere bundan önce ve bundan sonra sitede bulunan yazıları ben yazıyordum ve inatla yazmaya devam edicem-polemarch) örnek verecek olursak :
yobaz insan kız arkadaşıyla hiç sorun yaşamamaya başladı günün 12 saat aptal bürokrasi yol para fatura dandik ilişkilerle uğraştıktan sonra sevgilisi onu germeden bir tebessüm gösterebiliyor hemde hiç bilindik kız triplerine girmeden
( gerek ev içi gerekse dışarıdan gelen eleştirel yobaz insanın ses tonuna yönelikti yobaz insan fatih yürekle anlaşarak ses tellerini nakil yoluyla yeniledi artık tiz bariton şarkı bile söyleye biliyor) uzun lafın kısası artık bildiğiniz gibi geyikte yapıp birazda ağır şeyler konuşacağımızı söylemiştik bunu bir kaç yazıdırda yapıyoruz. bunlardan biri


Antonio Negri: Düşünür ve Militan

Özgür Gökmen

Önsöz: "Yeni Özgürlük Alanları"

Antonio Negri, tarihin sonunun geldiği iddia edilen bir dönemde "yeni özgürlük alanları"nın inşasına yönelik siyasal bir çalışmanın önde gelen militanlarından biridir. "Komünist programın devamlılığı ve devrimci tercihe yönelik siyasal ve etik bir sadakatle" 1980 başlarının kasvetli havasında, "umuda dair bir söylemi yenileyerek", bir kez daha devrim hakkında yazmaya başlar. (Negri, 1997)

A. Negri'nin çabası bir umut söylemi geliştirmeye, bir militanlık ve gelişen bir öznellik nüvesini yeniden inşa etmeye yönelik olmuştur.

Félix Guattari ile 1980'lerin başlarında kaleme aldıkları Yeni Özgürlük Alanları'nda açıkladıkları amaçları, A. Negri'nin siyasal çalışmasının ana temalarından birini oluşturur. Amaçları, bir zamanlar insansoyunun kollektif yaratımıyla çalışmanın özgürleşmesi için başvurulan; ancak bunun aksine, reel sosyalist tecrübe sonucunda insansoyunu boğmuş, baskı altına almış olan konünizmi içine düştüğü itibarsızlıktan kurtarmaktır. (Guattari & Negri, 1990: 7)

A. Negri, üretim tarzındaki değişikliklerin yeni tehditler kadar, yeni olanaklar da yarattığını ve bu koşullarda artık her şeyin, çalışmanın amacının, toplumsal hayat tarzlarının, haklar ve özgürlüklerin yeniden icat edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Siyasal etkinliği ve eserleri de bu yeniden icat etme amacına yöneliktir.

Burada, A. Negri'nin temel siyasal görüşlerini ve bu görüşleri hayata geçirmek için geliştirdiği kavramları özetlemeye çalışacağım.

Antonio Negri: Düşünür ve Militan

Antonio Negri 1933 yılında İtalya'nın Padua kentinde doğdu. 23 yaşında, Alman tarihselciliği üzerine hazırladığı teziyle felfese diploması aldı. 1957-1958 yılları arasında, Benedetto Croce Tarihsel Çalışmalar Enstitüsü'nde çalıştı ve 1959 yılında Hukuk Felfefesi profesörlüğü ünvanını kazandı. 1967 yılına dek Padua Üniversitesi'nde asistan olarak görev yaptı ve aynı yıl Devlet Doktrinleri profesörü oldu.

1960'ların sonlarına doğru, Sergio Bologna, Luciano Ferrari Bravo, Ferruccio Gambino, Guido Bianchini, Sandro Serefani, Alisa del Re ve MariaRosa Dalla Costa gibi önde gelen akademisyenlerin Padua'da biraraya gelmeleriyle, A. Negri'nin de bulunduğu Siyasal Bilimler Enstitüsü, radikal düşünce açısından İtalya'nın ulusal sınırlarını aşan bir öneme kavuştu.

Akademik hayatının yanısıra yoğun bir siyasal hayatı da bulunan A. Negri'nin yayıncılık faaliyeti, 1956'da Padua Üniversitesi'nin öğrenci temsilcileri dergisi olan Il Bo'nun direktörlüğü ile başlar. 1959'da İtalyan Sosyalist Partisi'nin yerel konseyine seçilen A. Negri, partinin Padua bölgesi yayını olan Il Progresso Veneto dergisini yöneticiliğini yapmaya başlar. Yöneticiliği İtalya'da Hristiyan Demokrat Parti ile Sosyalist Parti'nin ilk merkez-sol koalisyonunu kurdukları 1963 yılına kadar sürmüştür. A. Negri koalisyonun kurulması ile birlikte Sosyalist Parti'den ayrılır.

Komünist Parti'nin, İtalya'nın NATO'dan ayrılması gibi dış hedeflere yönelik olarak faaliyet gösterdiği bu dönemde, İtalyan işçi sınıfı neredeyse tamamen sendikasız durumdadır ve çok zayıf bir şekilde örgütlenmiştir. A. Negri bu dönemde işçi sınıfına yakınlaşmaya başlar. Ağustos 1963'te Il Progresso Veneto, Potere Operaio (İşçilerin Gücü) adını taşıyan bir ek yayımlar. Aynı ay içinde A. Negri, Paola Meo ve daha sonra Komünist Parti milletvekili olacak ünlü felsefeci Massimo Cacciari, Porto Marghera petro-kimya işçileri arasında Marx'ın Kapital'ini okumak üzere bir kurs düzenlerler.

Editör kurulları Milan, Roma ve Padua'da bulunan Quaderni Rossi (Kızıl Defterler) dergisinin Turin'de yayımlanmaya başlaması da aynı döneme denk gelir. Rainiero Panzieri ve Romano Alquati'nin yönetiminde yayımlanan Quaderni Rossi, işçi sınıfı özerkliği kuramına ilk kez ağırlık veren dergi olur. A. Negri, Sergio Bologna, Mario Tronti, Alberto Asor Rosa ve diğer birçok solcu İtalyan entelektüeli derginin yayımlanmasına katkıda bulunurlar. Quaderni Rossi çevresinde daha sonraları meydana gelen bölünmeler, gene işçi sınıfı özerkliğini ön plana çıkaran Classe Operaia (İşçi Sınıfı), Contropiano (Karşı-planlama) ve benzeri dergilerin yayımlanması ile sonuçlanır. 1967'de Potere Operaio Marghera petro-kimya bölgesi işçilerinin dergisi haline gelir. A. Negri bu yıllarda, bir felsefe dergisi olan Aut-Aut ve hukuk felsefesi üzerine makaleler yayımlayan Critica del Dritto gibi dergilere de katkıda bulunur.

Fransa'da devrime benzer bir süreç yaratan 1968, İtalya'da 1967 yılında başlar ve on yıla yakın bir süre hüküm sürer. İşçilerle öğrencilerin flörtlerinin ayrılıkla sonuçlandığı diğer Avrupa ülkelerinin aksine, İtalya'da işçi ve öğrenci mücadeleleri örtüşmüştür. 1969 yılında A. Negri siyasal faaliyetlerini fabrikalara ve sendikalarca genellikle gözardı edilen ya da yeterince ilgi gösterilmeyen güvenlik, montaj hatlarının hızının düşürülmesi, işçi disiplini gibi meselelere yöneltir.

1969 yılı sonbaharı, siyasal tavırları Komünist Parti'nin soluna denk düşen Lotta Continua (Mücadele Sürüyor), Avanguardia Operaia (İşçilerin Öncüsü), Movimento Studentesco (daha sonradan İşçi ve Öğrenci Hareketi adını alacak olan Öğrenci Hareketi) ve Potere Operaio gibi bazı siyasal grupların oluşumuna tanıklık eder. Bu dönemde A. Negri, Potere Operaio çevresinde, bu siyasal oluşumun en ünlü kuramcısı olarak ön plana çıkar. Potere Operaio grubu, Komünist Parti'nin 1973 yılında "Tarihsel Taviz" olarak anılan stratejisi sonucunda, iktidardaki Hristiyan Demokratlar'la ittifak yapmasının da etkisi ile, benzeri siyasal kimliklere sahip, ancak daha az etkin siyasal grupların oluşuma yol açacak bir biçimde dağılır.

1973 yılına gelindiğinde A. Negri'nin birçok temel kavramı artık olgunluk kazanmıştır. Tüm kodlanmış ideolojilere ve solcu ya da sağcı partilere uzak duran, genç ve daha militan bir işçi sınıfı kuşağının doldurduğu fabrikalardaki "otonom komiteler" aracılığı ile başlayan Autonomia hareketinin doğuşu da bu döneme denk gelir. Artık gereksiz tekrarlar yapmaktan öteye gidemeyen 1960'lar boyunca oluşmuş örgütlenme tarzlarının reddi ve gündelik hayatı çalışma zamanından özgür kılmak için yeni ihtiyaçların ve hedeflerin tanımlanması, birbirlerinden farklı ve aksi takdirde biraraya gelemeyecek olan özerk grupları birbirlerine yakınlaştıran temalar olarak ortaya çıkar.

Kadın grupları, öğrenciler, işçiler, radikal gençlik, kültürel simalar, ekologlar ve çevreciler, "özerk" kollektifler, geleneksel "işçi sınıfı" çözümlemelerinin göremediği sınırlarda çoğalırlar. Bologna'daki "Radio Alice" gibi özgür radyo istasyonları, sendikalar ve Komünist Parti de dahil olmak üzere, herkesin "işçi sınıfı"ndan talep ettiği fedakarlıkları protesto etmek üzere otonomistlerin sokaklara döküldüğü "Bahar İsyanı"nda büyük bir rol oynarlar. Padua Üniversitesi'ndeki Siyasal Bilimler Enstitüsü'nü de içerecek biçimde, çok geniş çaplı tahribata yol açan isyanın şehrin diğer bölgelerine de yansımasıyla, A. Negri isyana teşvik ve hatta ulusal düzeyde şiddet kıştırtıcılığı ile suçlanır. Yoğun siyasal baskı ve suçlamalar ile karşı karşıya kalan A. Negri, 1977 sonlarında bu suçlamalardan aklanıp Padua'ya dönerse de, 1978-79 yıllarında zamanının çoğunu Paris'te École Normale'de geçirir.

Nisan 1979'da Milan'a geri dönen A. Negri, Aldo Moro'nun Kızıl Tugaylar'ca kaçırılıp öldürülmesi sonrasında açılan soruşturma çerçevesinde niteliği belirsiz suçlamalarla tutuklanır. Kızıl Tugaylar üyesi birçok insan daha önceleri Potere Operaio benzeri siyasal oluşumlarda yer almış olmakla birlikte, A. Negri'nin, katılımcı bir yapıları olan otonomistlerce kabul görmeyen "seçkinci taktikler"i ve "silahlı komondo" örgütlenme perkspektifini benimseyen bu örgütle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Marx Beyond Marx yayımlanıp İtalya'da edebiyat dışı kitap listelerinde bir numaraya yerleştiğinde, A. Negri hapistedir ve "yıkıcı örgüt" üyeliği ile suçlanmaktadır. A. Negri ile aynı gün tutuklanan ve Otonomist hareketle özdeşleştirilen onu aşkın akademisyen, gazeteci, yazar ve benzeri insan bir süre sonra kendilerini Kızıl Tugaylar'ın ve İtalya'da son on yıldaki her türlü terorist eylemin "fikir babası" olmak ile suçlanmış bulurlar.

İtalya'da "7 Nisan" tutuklamaları kısa zamanda bir cause célèbre'e dönüşür. Dava öncesi süreç uzadıkça, faşist bir yasama gücünün mirasçısı olan İtalya'da yargının siyasal istismara maruz kaldığına dair tartışmalar gündeme gelir. Yazdığı her cümleden anlaşılabileceği gibi, A. Negri'nin merkez İtalyan solunun, hatta kendisine yönelik iftira kampanyasının başlıca mekezlerinden biri olan Komünist Parti'nin daha solunda bir siyasal çizgiye sahip olduğu aşikardır. Ancak A. Negri'nin yıkıcılık suçundan mahkum olmasını sağlayacak hukuki ya da yasal bir kanıt ortaya konamaz.

A. Negri 1983 yılında Radikal Parti'nin yürüttüğü bir kampanya sonunda bu partinin listesinden İtalyan Parlamentosu'na seçilene dek dört buçuk yıl boyunca hapiste kalır. Eylül 1983'te Bakanlar Kurulu'nun dokunulmazlığını kaldırmaya karar vemesi ile A. Negri İtalya'yı terk eder ve 1997 yılına dek yaşayacağı Fransa'ya geçer.

Yokluğunda otuz yıl hapse mahkum edilen A. Negri, Saint-Denis'teki Paris VIII Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörü ve Collège International de Philosphie'de araştırmacı olarak çalışmıştır. Fransa'da bulunduğu dönemde, 1989 yılında yayımlanmaya başlayan ve devlet kuramı, marksizm, yeni mücadele tarzları ve benzeri temalarda otonomist görüşlerin ön plana çıktığı Futur Antérieur dergisinin yöneticiliğini de üstlenir.

1968 ve sonrasının toplumsal hareketleri, Almanya ya da Fransa'da Yeşil Parti ya da alternatif projeler aracılığı ile siyaseten soğurulur ve böylece radikal gruplar yalıtılırken, İtalya'da parlamento dışı tüm toplumsal hareketler "terorist" olarak nitelenmiş ve bir kuşak "suçlu" kılınarak, iç ya da dış sürgüne zorlanmıştır. A. Negri, 1 Temmuz 1997 günü devlet terorizminden kaynaklanan "kurşun yılları"na bir son vermek için İtalya'ya geri dönmüştür. Halen Rebibbia Hapishanesi'ndedir. (Fleming, 1991: viii-xi; Negri, 1991a: 279; Melitopoulos, 1997)

Otonomi Hareketinin Temel Kavramları

İşçi sınıfının yeni kompozisyonu, Quaderni Rossi dergisinin İtalya'nın bölgelere göre değişiklik gösteren farklı siyasal geleneklerine ve 1960'ların başında güneyden göçe bağlı olarak gelişen işçi mücadelelerine bağlı olarak önem atfemeye başladığı bir olgudur. Sermaye ile olan ilişkileri dolayımıyla belirlenen, durağan ve edilgen bir işçi sınıfını imleyen hegemonya kavramı yerine, Otonomi hareketinin sınıf kompozisyonu (ve siyasal yeniden kompozisyonu) kavramları, işçi sınıfının toplumsallaşmasını ve tabandan başlayan mücadele sürecinde, sermayeye karşı antagonistik eğiliminin artmasını, birleşmesini ve genelleşmesini ifade eder. Yeni, kollektif bir işçi sınıfı öznesine yönelik bu arayış, farklı sınıf kompozisyonlarınca, farklı örgütlenme biçimlerince belirlenen döngülere ya da daha toplumsallaşmış mücadele alanlarına olan ilgiyi artırır.

Otonomi hareketi içinde, örgütsel yapıların 1960'lar boyunca "kitlesel işçi"ye yönelik girişimleri, tamamıyla planlı kalkınmayı hedefleyen Keynesci stratejiler, "sosyalist üretkenlik", ya da "emek değeri" kavramları çerçevesinde değerlendirildiğinden, aracı konumdaki partilerden ya da sendikalardan özerkliğin, fabrika dışındaki kapitalist ilişkilerin toplumsallaşmasına ya da toplumsal fabrikaya ya da toplumsal sermayeye karşı yürütülen mücadelelere dayanan varolan döngüye denk düştüğü kabul edilir.

Sovyetler safhasında sosyalizm eğer "üretken emeğin varedilmesi"yse, bu ancak "üretken güçlerin planlı gelişimi"ni sağlamış, yani kapitalist sosyalizmin doğuşuna yol açmıştır. Oysa en son döngünün amacı "ihtiyaçların sağlanması"dır ve bu da çalışmanın reddi ile mümkün olacaktır. Eğer işçinin emeği kapitalist için artıdeğerin kaynağıysa -Marx için emeğin sermaye "dışında" bir değeri yoktur-, işçi sınıfı özerkliği anti-kapitalist mücadele için izlenmesi gereken yolu belirler. Bu mücadele, emeğe bağımlı ihtiyacın "genel toplumsal çıkar"ına dayalı değildir; toplumsal bütüne karşı ve antagonistiktir.

İşin reddi dolayımıyla varolan bu eğilim, her yerde varolan komünizm stratejisine yöneliktir. Komünizme yönelik hareket, ancak sınıfın kendini değerli kılması [class self-valorization] ile mümkündür; bu da sınıfın kendi maddi çıkarının yeniden kendine mal edilmesine yönelik mücadele ile ortaya çıkacaktır.

Sermayenin buna vereceği karşılık, yönetilen bir kriz aracılığıyla ve toplumsal kumanda marifetiyle işi yeniden değerli kılmak; yani, Devlet aracılığıyla ücretli emek bağını ve ücretsiz artı emeği topluma dayatmak olacaktır. Bu kitlesel işçinin, sermayenin toplumsal yeniden üretimi alanına doğru genişleyerek toplumsal(laşmış) işçiye dönüşmesine yol açar. Mücadeleler, "ücretsiz (bedeli ödenmeyen) emek", evişi, okul hayatı, toplumsallığın kapitalist biçimleri ve ücret içermeyen her türlü iş ilişkisi üzerine olacaktır. Sermayenin ücret-emek ilişkisini zorla yeniden dayatmanın bir aracı olarak kriz yönetimini üstlendiği biçime kriz-Devleti [crisis-State] adı verilir. (Fleming, 1991: xi-xii)

İşçi Sınıfının Kendini Değerli Kılması

Otonomi hareketinin ya da otonomist Marksizmin A. Negri'ce geliştirilen en önemli kavramlarından biri kendini değerli kılma (self-valorization) kavramıdır. Kendini değerli kılma kavramı, 1960 sonlarında ve 1970'lerdeki uluslararası mücadeleler döngüsünde ortaya çıkan, yalnızca işçi sınıfının gücünün değil; ama aynı zamanda, kapitalizmin ötesine geçme olasılığının da temel kaynağı olarak görülen otonom yaratıcılığın kuramsal bir ifadesidir.

A. Negri, ilk olarak 1979'da(1) kullandığı kavramı, yukarıda anılan dönemde, özelikle ABD'de ve İtalya'da süregiden yoğun sınıf mücadelelerinin ve kültürel devrimin, toplumsal mücadele dalgasının tecrübesi ile önermiştir. (Cleaver, 1992b: 6) Kastettiği, devrimci ya da "harekete geçen" öznenin kendisini değerli kılması, sermayenin değer sürecinden daha kıymetli ve etkili bir değer haline getirmesiydi. Kendini değerli kılma, yalnızca işçilerin kendi etkinliklerine değil; ama aynı zamanda, mücadelenin direnişi ya da reddiyeyi aşan ve yeni varoluş biçimlerine yönelik yönlerine işaret eder. Terim, işçi sınıfının kendini değerli kılmasını birleşme esasına bağlı olarak değil de, farklılaşma esasında kavramsallaştırdığı için, Otonomist Markist gelenek içinde, sadece bir bütün olarak işçi sınıfının değil, sınıfın farklı sektörlerinin de otonomisinin tanınmasını sağlar.

Sermayenin tahakküm altına almaya çalıştığı insanların bütün farklı eylemliliklerinde olduğu gibi, kendini değerli kılmanın farklı bouytlarını tanımak ve kabul etmek, bütüncül bir siyaset anlayışının temelinin ortaya koymaktadır. Bu siyaset, geleneksel sosyalist tasavvurun kapitalizm sonrası birliğe/bütünlüğe yönelik beklentisini reddeder ve kapitalizmden komünizme "geçiş"i, varolan kendini değerli kılma biçimlerinin bugünkü ve gelecekteki biçimlerini değerlendirme sürecinde yeniden tanımlar.(2) Yani komünizm, Kropotkin'in fikirleriyle uyumlu bir şekilde, gelecekte bir gün ulaşılacak bir ütopya olarak değil, gelişimi sınırlamalardan kurtarılmaya ihtiyaç duyan yaşayan bir gerçeklik olarak yeniden kavramsallaştırılır. (Cleaver, 1992b: 6-7)(3)

Kendini değerli kılma kavramı, Panzieri, Tronti gibi kapitalist gücün tüm boyutlarını, örneğin toplumun tamamını "toplumsal bir fabrika"ya dönüştürmeye yönelik çabalarını, ve işçi sınıfının reddiye ve kapitalist tahakkümü altüst etme gücünü kavramış İtalyan düşünürlerin erken dönem çalışmalarından esinlenmiştir. A. Negri'nin kendini değerli kılma kavramı, reddiye gücünün kurucu güçle nasıl tamamlanabileceğini ve tamamlanması gerektiğini göstermesi bakımından büyük bir önem taşır. Birçok açıdan işçi mücadelelerinin tarafını, İtalyan ve çok-uluslu sermayeden kurtarılan zamanın, mekanın ve kaynakların yaratıcı bir şekilde kullanılmasını ifade eder.

Her ne kadar Marx arada bir kendini değerli kılma kavramını, değerli kılma kavramı ile özdeş olarak kullanmışsa da, A. Negri bu kavrama tamamen farklı bir anlam yükler. Kullandığı auto(4) öneki, kapitalist değerli kılma sürecinden otonom bir değerli kılma sürecine işaret eder. Bu, kapitalist değerli kılma sürecine karşı bir basitçe direnişin ötesine geçerek, olumlu bir kendini kurma projesine ulaşan, kendi kendini tanımlayan ve kendi kendini belirleyen bir süreçtir. (Cleaver, 1992a: 128-9)

A. Negri (1991: 162) öznenin kendisini geliştirebileceğini, üretim ilişkilerini özgürleştirebildiği ve onlara hakim olabildiği sürece, üretim ilişkilerinden özgür kılabileceğini öne sürer. "Proleter öznenin kendini değerli kılması, kapitalist değerli kılmanın aksine, kendi gelişim sürecinde kendini belirleyebilme [self-determination] biçimini alır.

İşçi sınıfı mücadelelerinin kapitalist tahakküm süreçlerine direnişi eğer işçi sınıfı otonomluğunun negatif unsuru/yönü olarak değerlendirlirse, kendini değerli kılma kavramı, pozitif unsuru/yönü belirleyecektir. İşçi sınıfının kendini değerli kılması sayesinde, reddiye gücünün ya da sermayenin belirlenimlerini tahrip etme gücünün yanısıra, işçi sınıfının yeniden kompozisyonu içinde, yaratıcı olumlamanın, yeni pratikler inşa etmenin gücünü görürüz.

İktidarın İki Türü

A. Negri'nin siyasal düşüncesi, İktidar (potestas) ile potansiyel toplumsal güç (potentia) arasındaki mücadele bağlamında ele alınabilir. İktidarın doğasına yönelik çalışmalar, çağdaş siyaset kuramının başlıca alanlarından biri olagelmiştir ve A. Negri'nin eserleri, M. Foucault, G. Deleuze ve F. Guattari gibi Fransız düşünürlerinin, iktidarın tüm siyasal, toplumsal ve kişisel ufku nasıl şekillendirdiğine dair çalışmalarıyla ortaklık göstermektedir. Adı geçen düşünürlerin çalışmalarında aynı zamanda ortaya çıkan bir diğer boyut, yeni ve yaratıcı toplumsal güçlerin, olumlayıcı alternatif pratiklerin tanımlanmasına yönelik bir girişimdir.

A. Negri'nin özellikle Spinoza'nın düşüncesini yorumlaması, bu projeye bir katkı niteliğindedir. A. Negri'nin çözümlemesi, Spinoza'nın iktidara karşı ne tür bir öteki tesis ettiğini ortaya koyar.

A. Negri'nin eserlerinde, İktidar ve potansiyel güç arasında hem kuramsal, hem de pratik açılardan önemli bir ayrım olduğunu görürüz. En genel anlamıyla İktidar, kumandanın merkezi, aracı ve aşkın gücü; toplumsal inşanın sabit ve bütünleyici boyutudur. Potansiyel güç ise, kuruluşun yerel ve anlık gücü; kurucu toplumsal etkinliktir. (Negri, 1989: 49; Negri, 1991a: xiii) Başlangıçtan itibaren, bu ayrımın basitçe farklı kaynaklara ve potansiyellere sahip olan farklı öznelere değil; kavramsal ve maddi terimlerle birbirlerine zıt, iki farklı egemenlik ve örgütlenme biçimine atıfta bulunduğunu anlamak hayati önem taşır. Bu hem metafizik, hem siyaset için geçerlidir. A. Negri, varlığın örgütlenmesini de, toplumun örgütlenmesini de bu bağlamda ele alır.

A. Negri, "kapitalist üretim ilişkilerinin iktidarı" olarak tanımladığı ilk tür iktidar ile "proleter üretken güçlerin sahip oldukları potansiyel" olarak tanımladığı toplumsal potansiyel gücün arasında gerçek anlamda bir zıddiyet olduğunu ileri sürer. Bu potestas ile potentia arasındaki, toplumsal kurgunun bütünleştirici ve sabit boyutu ile kurucu toplumsal etkinlik arasındaki zıddiyettir.

Otonomist Marksizm

Otonomist Marksizm, işçilerin sermayeden ve sendikalar siyasal partiler gibi kendi örgütlerinden özerk/bağımsız olan gücünü ön plana çıkaran bir siyaset, bir dizi toplumsal mücadele ve A. Negri gibi düşünürler ile genel Marksist gelenekten ayrılır. Bu geleneği ayırdeden otonomi kavramı, işçi sınıfının kendi çıkarlarını tanıyabilme, bu çıkarlar uğruna mücadele edebilme ve bu mücadelenin basitçe sömürüye ya da tanımı ve değeri kendinden menkul "liderlik" anlayışına karşı çıkış düzeyini aşarak, sınıf mücadelesini şekillendirecek ve geleceği belirleyecek bir şekilde ipleri ele alma kabiliyetini ifade etmektedir.

Genel sınıf menfaatlerini kavramaya muktedir olduğu ve bunları sadece iktisadi taleplere sahip olduğunu düşündüğü işçi sınıfına öğreteceği iddiası ile profesyonel devrimci entelektüellerden mürekkep siyasal partiye ayrıcalıklı bir konum tanıyan Marksist-Leninist gelenek de; fabrika içindeki kapitalist hegemonyanın Ortodoks Marksist çözümlemesini benimseyen ve bu tahlili kültürel ve toplumsal hayatın bütününe yönelik olarak genişleterek profesyonel entelektüellerin rolünü ayrıcalıklı kılan eleştirel kuramcılar da, öncelikli olarak, işçileri kurban haline getiren tahakküm mekanizmalarını anlamaya/çözümlemeye çalışmışlardır.

Oysa, sermayenin gücü üzerinde yoğunlaşan ve işçileri esasen baskıya tepkisel ve devrim için dışsal bir liderliğe bağımlı olarak değerlendiren Marksist-Leninist gelenek ve Frankfuurt Okulu'nun aksine, toplumsal mücadeleler çerçevesinde gelişen Otonomist Marksist gelenek, bu tahakküm mekanizmalarının kırılması ve yeni toplumsal bir yapının kurulması için işçilerin otonom gücü üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini öne sürmektedir.

Otonomist Markist geleneğin başlıca önermelerinden biri, sermayenin gelişiminin işçi mücadeleleri tarafından belirlendiği ve bu mücadeleleri izlediğidir. Bu önermenin dolaysız bir sonucu, toplumsal öznelliğin gücünün tarihsel gelişme ve kurumların işleyişi açısından esaslı bir etken olduğunun kabulüdür. Otonomist Marksist gelenek, siyaset toplumsal mücadelelerin bir ürünü olarak kabul eder. Toplumsal yapı ve şeylerin bugünkü halleri, bu yüzden, toplumsal mücadelelerin zaviyesinden, yani aşağıdan yukarıya, devrimin bakış açısından okunabilir.

İşçi Sınıfının Bugünkü Durumu

A. Negri'ye (1996: 154) göre kapitalist gelişmenin dönemselleştirilmesi, bugün yeni bir çağın eşiğinde olduğumuzun işaretidir. Bu çağın ayırdedici niteliklerinden biri, sermayenin önceden hiç görülmemiş düzeyde bir işyeri otomasyonu, küresel hareketlilik ve toplumsal denetim sağlamak üzere, enformasyon teknolojisini -bilgisayarların ve telekomünikasyonun- yoğun bir şekilde kullanılmasıdır.

A. Negri, eserlerinde bu enformasyonel gelişime büyük bir önem atfetmektedir ve genelde Otonomist Marksizmin, özelde de A. Negri'nin çözümlemeleri, yeni bilgi ve iletişim biçimlerinin yalnızca kapitalist tahakkümün araçları olarak değil; ama aynı zamanda, işçi sınıfı mücadelelerinin potansiyel kaynakları olduğunu ortaya koymaları bakımından önemlidir. (Witheford, 1994: 86)

Otonomist Marksizmin teknoloji çözümlemesi, neo-Luddism'le bir hısımlığa sahiptir. Ancak Otonomist Marksizmin çözümlemesinin orijinalliği tamamen farklı bir boyutta tezahür eder: Sermayenin enformasyonel yeniden yapılanması, işçi sınıfının sadece çözüldüğü an değil, aynı zamanda yeniden yapılanmaya başladığı andır. Kitlesel işçi'nin öldüğü an, yeni bir devrimci öznenin, yani toplumsal(laşmış) işçi'nin ortaya çıkışı ile örtüşür.

Yüksek teknoloji kapitalizminde, toplumsal emeğin bir bütün olarak kapitalist tahakküm altına alındığı düzeyde, sınıf zıddiyetini yeniden tanımlama çabası, A. Negri'nin eserlerinde ön plana çıkan temalardan biridir. A. Negri'nin yapmaya çalıştığı, işçi sınıfı kavramını bir bütün olarak toplumsal yeniden üretim alanındaki çelişkiler ve zıddiyetler düzeyine uygun olarak genişletmek ve yeniden tanımlamaktır. A. Negri'nin eserlerinde, doğrudan üretim alanında ortaya çıkan zıddiyetleri aşan bir işçi sınıfı kavramı geliştirme çabası göze çarpar.

A. Negri'ye göre, yeni işlevselciliğin ve post-endüstriyel toplumbilim kuramcılarının iddialarının aksine, toplumsal alandaki yeni mücadele hareketleri, sınıf zıddiyetinin yeni bir düzeyini temsil eder. Bu yeni düzey, hayati gereklilikler çerçevesinde sınıf ilişkilerinin sonunu belirleyen yeni öznelliklerin ortaya çıkışına indirgenemez. Değer biçimini krizi, ki bu sınıf ilişkisi olarak tezahür eder, daha ziyade yeni düzeyde bir sınıf zıddiyetinin ortaya çıkmaya başladığı andır. A. Negri, bu çözümlemesiyle uzun süredir Ortodoks Marksizmi tahakkümü altına almış, işçi sınıfının fabrikaya bağlı sığ tanımlamalarını aşan düzeyde bir kuram geliştirmiştir.

A. Negri, işçi sınıfının bugünkü durumunu dört temel başlık altında topladığı yirmi tez ile çözümlemeye çalışmıştır. (A. Negri, 1996: 149-180)

İlk üç tez, değer kuramı üzerine daha önceki çalışmalarında ortaya çıkan sonuçları özetlemektedir.(5)

A. Negri, değer kuramı üzerine önceki çalışmalarında sürekli olarak iki geleneksel temayı, değer kanununun geçerliği sorunu ile sosyalizm ile komünizm arasındaki geçişin gelişimini, siyasal tarihin yeni evresi ile, yani tüm toplumun kapitalist birikim süreci içinde sermayenin denetimi altına alınması ve bu yüzden, fabrikada çalışan işçi sınıfının devrimci bir öznellik olarak merkeziliğinin sonu ile ilintilendirmye gayret ettiğini söyler. (Negri, 1996: 149)

İlk üç tezde, değer kanununun, emek ve birikimin daha önceki ve tarihi geçmiş örgütlenmelerine bağlı olduğu ölçüde, iktisadi işlevinin bugünkü sonunun, toplumsal emeğe bağlı çelişkilerin merkeziliğini azaltmadığını öne sürer. A. Negri için, Marx'ın sözünü ettiği yeni alt üst edici/yıkıcı öznellik bu mecrada aranmalıdır. A. Negri, kuruluşu (constitution), emek yasasınca belirlenen toplumsal-siyasal mekanizma olarak tanımladıktan sonra, emek yasası krizde de olsa, emeğin her türlü kuruluşun temeli olduğunu ve sömürünün özgürleşme zamanına karşı, tahakküm zamanının üretilmesi olduğunu öne tartışır.

A. Negri'nin Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığı, devlet biçimi eleştirisine yönelik eserin(6) ilk bölümünde yazdıkları da, A. Negri'nin ilk üç tezi özetlerken kullandığı çerçeveyi daha anlaşılır kılmaktadır. Yazarlar, kitap boyunca sadece emekten, sömürüden yada kapitalizmden değil; ama aynı zamanda, sınıf çelişkisinden, proleter mücadelelerden ve hatta komünist geleceklerden söz edeceklerini açıklarlar. Kitap boyunca yürütülecek olan tarışmaların bu terimlerle sunuluyor olması, ortodoksiden ya da inatçılıktan kaynaklanmamaktadır. Her iki yazar da "tutkularımızla ve çağdaş dünya yorumumuzla uyumlu bir hale gelmeleri için daimi bir yeniden yorumlanma sürecine tabi tutuldukları sürece", anılan terimlerin, "siyasal çözümleme için en yararlı kategoriler" olduklarını öne sürmektedirler. (Hardt & Negri, 1994: 3)

İşçi sınıfının bugünkü durumunu çözümlemeye yönelik tezlerin ilk üçünü takip eden yedisi, post-Fordizme ve post-Modernizme dairdir. A. Negri, post-Fordizmi "emeğin yeni toplumsal örgütlenmesinin temel koşulu ve yeni birikim modeli", post-Modernizmi ise "bu yeni üretim tarzına uygun kapitalist ideoloji" olarak değerlendirir ve post-Fordizmin iktisadi-siyasal çelişkilerini tanımlamaya ve post-Modernizmin esrarını çözmeye çalışır.

Bunları takip eden altı tez, Marksist işçi sınıfı kavramı ile ilgilidir. A. Nergi'ye göre Marksist işçi sınıfı kavramını en temel sorunlarından ve en çözümsüz zorluklarından biri, işçi mücadeleleri ile kapitalist yeniden yapılanma ilişkisinin diyalektik bir gelişime sahip olması gerçeğinden kaynaklanır. Mücadeleler gelişmeye katkıda bulunurlar, onu belirlerler ve gelişmeyi ancak siyasal bilinçlilik devreye girdiğinde kırabilirler.

İşçi mücadeleleri, bu yüzden, her zaman, sermayeye karşı olduklarında bile, onun içindedirler. Bugün, kapitalist üretim tarzının gelişiminin şimdiki evresi ile önceki evrelerini ayırdeden, daha önceden sermaye tarafından üretilen üretken toplumsal işbirliğinin şimdi sermayenin varlığının bir koşulu olduğu gerçeğidir.

Bu bakış açısından, eşzamanlı ve süreğen çelişkiler, stratejik çelişkilere neden olmazlar. Bunalım, kendisini bir zorluk olarak ortaya koymaz; bunalım kapitalist sürecin özüdür. Bunu sermayenin kendisini yalnızca bir siyasal özne, bir Devlet, bir İktidar olarak ortaya koyabileceği gerçeği izler.

Kapitalist üretim tarzının gelişiminin her aşamasında sermaye, her zaman, işbirliğinin biçimini önceden belirlemiştir. Bu biçim, sömürü biçiminin bir işlevi olagelmiştir. Oysa şimdi durum değişmektedir: 'Sermaye, hipnotize eden, büyüleyen bir güç, bir fantazma, bir put olmuştur.' Bunun çevresindeyse kendini değerli kılmanın radikal süreçleri döner. Siyasal iktidarın hedefi, bu süreçleri kapitalist biçime dönüşmeye başlamak için, ikna ya da cebirle zorlamaktan ibarettir. (Negri, 1996: 165-6)

A. Negri, son beş tezde, tamamen yeni bir proleter öznellik tanımı oluşturmaya çalışır. Burada temel varsayımı, devrimci örgütlenmenin sınıf bilincinde, ancak sınıf bilinci radikal bir şekilde ve ontolojik olarak otonom ise, ifadesini bulabileceğidir.

Marksist Devlet Kuramı

A. Negri, işçi sınıfının bugünkü durumunu çözümlerken devlete de sıksık değinir. Yıllar önce, liberal demokrasinin önemli Avrupalı bir taraftarı olan Norberto Bobbio ile girdikleri tartışmada, N. Bobbio, Marksist Devlet kuramının, ancak kişinin Marx'ın eserlerini dikkatli bir şekilde okumasıyla nihai olarak ulaşabilecekleri olduğunu öne sürmüş ve kendisinin bir şey bulamadığını söylemiştir. Oysa, A. Negri için Marksist Devlet kuramı, hukukun ve Devlet kurumlarının devrimci hareketin bakış açısından pratik bir eleştirisidir. A. Negri bunu, 'devrimci bir öznenin inşasının ve bunun gücünün ifade edilmesinin Marksist yorumsamasına bağlı bir tecrübe' olarak tanımlar. (Hardt & Negri, 1994: 4) N. Bobbio hukukun ve Devletin Marksist bir kuramı olmadığını öne sürer ve bu yafta altında geçenin yalnızca reel sosyalizm tarafından üretilen eklektik ve vulgar bir kurgu olduğunu söylerken; A. Negri, Marx'da hukukun ve Devlet'in, işçi hareketi tarafından devrimci süreç boyunca geliştirilmiş olan ve reel sosyalizmin kanunları ve anayasaları ile baskı altına alınmış bulunan çok radikal bir eleştirisinin varolduğunu ortaya koyar.

Sonsöz

Marx'ın Devlet'in ve onun hukukunun olumlu bir kuramını sunmadığı gerçeğinin, bir Marksist çözümlemenin Devlet hakkında söyleyebileceği herhangi bir şeyi olmadığı anlamına gelmeyeceğini öne süren A. Negri, Devlet'in Marksist bir eleştirisi için hareket noktasının olumsuz olduğu anlamına geldiğini söyler. Bu hareket noktası, Marx'ın 'şeylerin şu andaki hallerini tahrip eden gerçek harekettir' diye tanımladığı komünizmdir.

Bu temel hareket noktasından yola çıkan A. Negri, öncelikli olarak "şeylerin şu andaki halleri"ni tanımaya ve çözümlemeye, ardından da "bugünkü durumu tahrip eden gerçek hareket"i kavramaya çalışır. Bu çaba, sürekli baskı altına alınan ama her zaman kendini özgür kılan yaşayan emek fikri ve tecrübesiyle desteklenmektedir. Yönetim mekanizmalarını ve yapılarını alt üst eden ve yıkan hareket halindeki gerçek toplumsal güçleri kavramanın önemini vurgulayan A. Negri, gayri-maddi emeğin baskın bir hale geldiği günümüz toplumlarında varolan iktidarın alternatifinin, toplumsal potansiyel gücün (potentia) olumlu bir şekilde hayata geçirilmesi ile mümkün olabileceğini söyler. Devletin tahrip edilmesi, ancak toplumsal ve üretken işbirliği anlayışının araçlarının tahsis edilmesi ile düşünülebilir. "Yönetim takviye edilmiş ve finansal kumandanın hizmetine sunulmuş bir servettir. Bizim için bunu, toplumsal emeği idare etmek ve birikmiş gayri-maddi emeğin daha zengin bir şekilde yeniden üretimini sağlamak için, dayanışma ve işbirliği içinde ortaya konan bireysel emek tecrübeleri aracılığıyla yeniden tahsis etmek şarttır." (Negri, 1995)

Notlar

1 Antonio Negri, Marx Oltre Marx: Quaderni Di Lavoro Sui Grundrisse (Milan: Feltrinelli, 1979); Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse (New York: Autonomedia, 1991).

2 A. Negri, "komünizm ve geçiş" meselesini Marx'ın Grundrisse'de yazdıkları üzerinden tartışırken, sosyalizm kavramının sınırlarına da değinir. (Negri, 1991: 151-169)

3 Harry Cleaver (1992b: 10), bu yeniden kavramsallaştırmanın Marx'ın Ortodoks Marksistlerce uzun bir süredir gözardı edilen kendi kavramsallaştırması ile uyum içinde oluğunu öne sürerek, Alman İdeolojisi'nden şu iki cümleye dikkat çeker: "Bizim için komünizm, inşa edilecek bir durum, gerçekliğin kendini uyduracağı bir ideal değildir. Komünizmi şeylerin şu anki halini tahrip eden gerçek hareket olarak adlandırıyoruz." (Karl Marx, 1845-46)

4 Kendini değerli kılma kavramının İtalyanca aslı autovalorizazzione'dir. Kavram İngilizce'de self-valorization kelimesi ile karşılanmaktadır.

5 A. Negri'nin değer kuramını ele aldığı önceki çalışmaları şunlardır: Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse (New York: Autonomedia, 1991); Revolution Retrieved (Londra: Red Notes, 1988) ve Labor of Dionysus: A Critique of the State-Form (Minneapolis: Minnesota University Press, 1994).

6 Michael Hardt, Antonio Negri, Labor of Dionysus: A Critique of the State-Form (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1994)

Kaynaklar

Cleaver, Harry 1992a: "The Inversion of Class Perspective in Marxian Theoty: From Valorization to Self-Valorizaiton", Bonefeld, Gunn, Psychopedis (der.) Open Marxism, Cilt 2 içinde. Londra: Pluto Press.

Cleaver, Harry 1992b: "Kropotkin, Self-Valorization and the Crisis of Marxism" gopher://mundo.eco.utexas.edu:70/11/fac/hmcleave/Cleaver%20Papers

Fleming, Jim 1991: "Editor's Preface", Negri, Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse içinde. New York: Autonomedia.

Guattari, Félix; Negri, Toni 1990: Communists Like Us: New Spaces of Liberty, New Lines of Allience, çevirenler, M. Ryan, J. Becker. New York: Semiotext(e).

Hardt, Michael; Negri, Antonio 1994: Labor of Dionysus: A Critique of the State-Form. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Melitopoulos, Angela 1997: "Negri Hapiste", çevirenler: U. Baker, T. Bora, Birikim 101, Eylül.

Negri, Antonio 1997: "Yeni Özgürlük Alanları'na Ek", çeviren Ö. Gökmen, Birikim 101, Eylül.

Negri, Antonio 1996: "Twenty Thesis on Marx: Interpretation of the Class Situation Today", S. Makdisi, C. Casarino, R. Karl (der.) Marxism Beyond Marxism, içinde. New York: Routledge.

Negri, Toni 1995: "Kurucu Cumhuriyet", çeviren: Ö. Gökmen, Birikim 97, Kasım.

Negri, Antonio 1991a: The Savage Anomaly: The Power of Spinoza's Metaphsics and Politics, çeviren: M. Hardt. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Negri, Antonio 1991b: Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse, çevirenler: H. Cleaver, M. Ryan, M. Viano. New York: Autonomedia.

Negri, Antonio 1989: The Politics of Subversion: A Manifesto for the Twenty-First Century, çeviren: J. Newell. Cambridge: Polity Press.

Negri, Antonio 1988: Revolution Retrieved: Selected Writings on Marx, Keynes, Capitalist Crisis and New Social Subjects 1967-1983. Londra: Red Notes.

Witheford, Nick 1994: "Autonomist Marxism and the Information Society", Capital and Class 52, Spring.

kaynak:

körotonomedya

1 Kasım 2007 Perşembe

kemikal biladerlerden adab-ı muhaşeret dersleri -2-

yobaz insan: bu mudur lan bütün hayeti ruhiyen ... göt
mr. çiço :sizi terbiyeye davet ediyorum
yobaz insan :a.q terbiyenin beni rakı sofrasına davet et
gorE adamı: ne güzel dedin abi ... ama önceki gün fazla kaçırmışım
yobaz insan : eeee alkoliklik disiplin ister
mr.çiço : hımm ben bunu bilmiyordum hemen not edineyim
yobaz insan: arızamısın oğlum bilgi edinsene not edineceğine
o sıralarda kemikal biladerlerin hepsi gönül işleriyle başı beladadır . gorE adamı moongrile yobaz insan betüşle mr. çiço ise ZÖHRE ile anlaşamamaktadır. havada yoğun bir şekilde isteksizlik ve ufff sesleri yükselmektedir. yeni aldıkları 22" görünceç ile hannahı izlerken kadınlar ve aralarında düzenledikleri kadınlar ne isterler konulu kompozisyon yarışmasına bir kaç fikir ortaya atılmıştır.
ama sorun sanıldığı kadar basit değildir .
mr.çiço : sizce bu kadınlar ne ister?
yobaz insan : ev ister araba ister tasma takacakları birini ister
gorE adamı : yuh daha neler
yobaz insan : tarih sahnesinde göreceksin eninde sonunda bu istekleri
mr.çiço : o zaman insan oğlunun evi arabası olunca ferah bir yaşama kavuşur diyorsunuz.
yobaz insan : naneli şeker gibi bir ferahlık değil ama bir kaç sene oyalar işte
gorE: nasıl yaniii?
yobaz insan : bu sahte sevgi biçimi gösteri ve toplum nüyanslarında ahanda bu benim sevgilim bakın bu yaşama sahibiz demeyi hiç olmazsa bile bir süre dahi olsa bıdı bıdısız bir yaşamı garantiler
mr.çiço: peki nedir bunun nedeni
yaboz insan: o seride üretilen intel yongalı işlemcilere sahip oldukları için biraz rahat duramaz hemen ısındıkları için beyinleri sulana bilir. bak resim ahu tuba bunlardan birine örnektir :)
gorE adamı: haklısın abi şimdi anladım bir şeyler konuşurken neden ağladıklarını çözdüm sayılır geçici ram kaybına girip işlemciyi ısıtıyorlar sonra göz yaşları ile sistem otomatik olarak soğuma moduna geçiyor.
yobaz insan : aynen öyle .kendi işlemcisini soğuturken bizimkini ısındırıyorlar bizlerde de sulama kanalları hep ters anlaşıldığı için göz yaşı darbeleriyle soğutamıyoruz.olan bize oluyor açıkcası....

bu kadar geyik yeter deyip felsefi anlamda aşk ve sevgi uzanımları ile birey... bireyin oluşum süreçleri.... toplumsal deformasyon içeri ve dışarısı gibi bir çok kavram incelendiğinde... bilgi hayatın her noktasına bir değişim içermiyorsa en azından kendimize dürüst olup cahelet içeren bir yaşam sürdürelimki diğerlerine bari çamur atmayalım...

bazen

31 Ekim 2007 Çarşamba

30 Ekim 2007 Salı

Kekeme Papağana Ne Oldu? -1-


Giderek sıradanlaşan gündelik hayatımızdaki sefaleti hangi yanılsama gizleyebilir? Topluluk halinde yaşadığımızı sanırken yalnızlığımızı ve tecrit oluşumuzu keşfettiğimizde ölü birer nesneden farkımız kalmadığını da görmüyor muyuz? Birbirimize dokunuyoruz sadece; kimse kimseyle karşılaşmıyor, yüz yüze gelmiyor. Âşık olarak birlikte olduğumuzu sanıyoruz, oysa çoğu zaman sıradanlığın içinde iflas edip gidiyor aşkımız. Nesneleştikçe toplumsallaşıyoruz. Sürekli bir aşağılanma ve saldırganlık birikiminden başka ne ki hayatlarımız? Hangi toplumsal düzende yaşarsak yaşayalım kaçamayacağımız bu gündelik hayat sıkıntısının köklerini deşmek gündelik yaşantılarımızda devrimin imkânlarını bulmak ve buldurmak zorundayız.
Bunun basit olduğunu düşünenler olacaktır tatbikide. Büyüme sancısı da etkili olacaktır muhakkakında ama …

İmaj, "teknolojik devrim" söylemlerinin ve bu söylemlerin zeminini oluşturan sanal gerçekçilik, gözetleme ve savaş teknolojileri gibi olguların eleştirel bir incelemesi. Görüntü teknolojisinin, dayandığı toplumsal düzenden, politik gelişmelerden ve gündelik yaşantılardan boşaltılmasına, fetişleştirilmesine karşı çıkmak, tekno-kültürün üretim, yeniden üretim ve yaygınlaşma süreci büyüteç altına almak. Sanal gerçeklik, içinde yaşadığımız dünyanın kaçınılmaz politik ve kültürel gerçeklerinden biridir ama medya kuramcılarının da katkısıyla kurumsallaşan bu dünya alternatif bir söylem geliştirmek yerinde dijital imaj teknolojilerinin geliştirilmesine harcanan milyonlarca doların ardındaki asıl politik kaygı ve amaçları gözlerden gizlemeye yaramaktadır.

Diğer taraftan... Belleği, bireysel olmaktan çok kültürel bir yetenek olarak ele almak, yazıya ve kaydetmeye dayalı olmayan pratiklerin, gelenekler içinde nasıl kuşaktan kuşağa aktarıldığını açıklamaktadır. Kültürel bir beceri olarak bellek (toplumsal bellek) üzerine yapılan çalışmaların çoğu, yaşananların kayda geçirilmiş biçimiyle aktarılması üzerinde odaklaşır. Connerton ise bedene uyarlanmış, yani bedenle bütünleştirilmiş diye nitelediği pratikler üzerinde yoğunlaşmakta; günümüzde ağırlıkta olan yazınsal metinler konusunun, genelde toplumsal pratiklerin bir eğretilemesi olarak kabul edilebileceği görüşünü sorgulamaktadır. Geçmişin imgelerinin ve anımsanan bilgisinin, törensel uygulamalar kanalıyla aktarılıp sürdürüldüğünü, dolayısıyla uygulayımsal belleğin bedensel olduğunu ileri sürmektedir. Bedensel toplumsal bellek, toplumsal belleğin temel yönünü oluşturmasına karşın, konunun, günümüze dek son derece savsaklanmış bir yanıdır.

Toplumsal alanın bilinçdışı boyutu ve bilinçdışının toplumsal boyutu, toplumbilim kuramı içinde başından beri var olan ve yer yer bu kuramı belirleyen; ama yüzeye çıkarılıp kuramlaştırılmamış temalar. Geleneksel toplumbilim kuramına göre modern toplum asıl olarak rasyoneldir. İnsanlar "toplumsal sözleşme" ile bir araya gelmişler ve modern sanayinin akılcı işleyişi tarafından "son kertede" belirlenen toplumsal ilişkiler ağı içine girmişlerdir. Eğer durum buysa devrimler, ayaklanmalar, savaşlar, ekonomik krizler vb. nasıl açıklanmalı? Tutucu toplumbilimcilerin bu soruya verdiği yanıt genellikle davranışsal "sürü psikolojisi tezleri temelinde olacaktır. Öte yandan Marksist geleneğin başını çektiği eleştirel toplumbilim ise soruna, kapitalist sistemin vaat etmiş olduğu akılcı ekonomik ve toplumsal düzeni kuramamış olduğu teziyle yaklaşacaktır. Her iki yanıtın kökeninde de aslında "toplumsal"ın akılcı-bilinçli boyutu yanında bir de akıldışı, bilinçdışı bir boyutu olduğu varsayımı yatar. İşte modern toplumbilim kuramında adı anılmadan önemli bir yer tutan bu bilinçdışı boyutu ele almak ve kuramlaştırmak gerekiyor.

Yirminci yüzyılın en önemli düşünce geleneklerinden biri olan Frankfurt Okulu, eleştirel teoriyi radikal anlamda yeni bir bilgi biçimi olarak sunmuş ve bu bilginin bizleri gerçek veya doğru çıkarlarımız konusunda aydınlatacağını ve çoğu zaman farkında olmadığımız baskı biçimlerinden, zorlamalardan kurtaracağını savunmuştur. Faşizmin en güçlü olduğu dönemde bir direniş söylemi olarak geliştirilmiş olan eleştirel teori, totaliterlikle birlikte düşündüğü aydınlanma kavramının kendisini de sorunsallaştırmış, bu kavramın toplum bilimlerindeki yöntem sorunuyla ilişkisini ortaya çıkarmış ve dolayısıyla yöntem tartışmasına kalıcı bir siyasi içerik kazandırmıştır.

Ama bir yandan da Foucault gibi bazı kuramcılar bu terimi tamamen atmayı ya da onun yerine "söylem-iktidar ilişkisi"ni geçirmeyi öneriyorlar. Habermas, ideolojinin yerini "tekniğe" bıraktığını, geç kapitalizmin artık hiçbir söylemsel meşrulaştırıma ihtiyaç duymadan "kendi kendine" işlediğini iddia ediyor. "Sorun gerçekliğin yanlış temsili (ideoloji) değil, gerçeğin artık gerçek olmamasıdır" diyen ve toplumsal yaşamın ağır bir anlam kanaması geçirerek mevta olduğunu savunan Baudrillard, bu görüşün nihilist bir varyantını dile getiriyor.


06/11/1999 sbf-ankara / polemarch / kekeme papağana ne oldu? Devamı Haftaya

gel hele kirve tütün ince tellidir . gel hele bu yan gözüne kaçmasın duman

gel hele kirve tütün ince tellidir... gel hele buyan gözüne kaçmasın duman.. . hasreti kıldan ince sevdası atomdan ağır bir an.... fonda bu çalmaktadır


düşüncelerim kendi öykümün dışında bir öykü kurgularcasına uzaklara bürülü şimdi ... ilk defa yağmurun zamansız yağdığında dem vuruyorum ... ilk defa bünyemin ruh haletimden değerli bulup sıvısından mahrum bırakıyorum göğün...one bile itibar edemeyecek bi halmidir bu?... bir köşeye sığıntıyım şimdi , narinliğime lanet okuyorum ... hiç birşey yolunda gitmezken o hiçbirşeylelere tutunup nasılda billur bir yaşam zikredebilirim?


EZLN: Bir Açıklama, Belki de Bir Veda Mektubu



Ulusal ve Uluslararası Sivil Topluma, Bayan, Bayım, genç kişi, erkek, kız...

Bu bir veda mektubu değildir. Zaman zaman öyle, yani veda mektubuymuş gibi görünebilir, ama öyle değil. Bir açıklama mektubu. En azından buna girişeceğiz. Bu, önce bir bildiri olacaktı, ama bu biçimi tercih ettik, çünkü iyi ya da kötü, sizlerle konuştuğumuzda hemen her zaman kişisel bir tonu yeğledik.

Bizler Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun erkekleri, kadınları, çocukları ve yaşlılarıyız. Belki bizleri anımsıyorsunuz - 1 Ocak 1994’te silahlı bir ayaklanma başlattık ve o günden bu yana, unutulmaya karşı bir savaş yürütüyoruz ve çeşitli hükümetlerin bize karşı sürdürdükleri başarısız imha savaşına karşı direniyoruz. Meksika denilen bu ülkenin en uç köşesinde yaşıyoruz. “Yerli Halklar” denilen köşede. Evet, aynen öyle, çoğul. Çünkü burada saymayacağımız nedenlerden dolayı bu köşede çoğul her şey için kullanılmakta: acı çekiyoruz, ölüyoruz, savaşıyoruz, direniyoruz.Şimdi, iyi bildiğiniz üzere, ’94 başlangıcının şafağından bu yana, -önce ateşle, ardından da sözcükle sürdürdüğümüz- mücadelemizi, çabalarımızı, yaşamımızı ve ölümümüzü münhasıran Meksika’nın yerli halklarına, haklarının ve kültürlerinin tanınmasına adadık. Bu, doğaldı - biz Zapatistalar ağırlıklı olarak yerlileriz. Daha doğrusu Maya yerlileri. Ama buna ek olarak, bu ülkede yerliler -Ulus’un büyük dönüşümlerinin temelini oluşturmalarına karşın- hâlen en çok saldırıya uğrayan ve en fazla sömürülen toplumsal gruptur. Kimseye merhamet göstermedikleri askerî savaşları ve “siyaset” kisvesi altında yürütülen savaşları -yağma, fetih, itlaf, marjinalleştirme, cehalet savaşları- yerlilere karşı olanlardır. Bize karşı yürütülen savaş o denli yoğun ve acımasızdı ki, yerlinin ancak yerli olmaktan vazgeçtiğinde… ya da öldüğü zaman marjinalleşme ve yoksulluk koşullarından kaçınabileceğini düşünmek, rutin hale gelmişti. Ölmemek ve yerli olmaktan vazgeçmemek için savaştık. Sırtlarımızda yükselen bu ülkeye -diri ve yerli olarak- ait olmak için savaştık. Belirleyici anlarında üzerinde yürüdüğü (hemen her zaman yalın) ayakları olduğumuz Ulus. Toprağı meyveye durduran, her şeyi olanların onca böbürlendiği büyük binaları, yapıları, kiliseleri ve sarayları inşa eden kolları ve elleri olduğumuz Ulus. Söz, bakış ve tarzla, yani kültürle kökü olduğumuz Ulus.

Yaralı olduğumuz için mi hakaretler yağdırıyoruz? Belki de, altı Haziran’da olduğumuz için. Sadece ayaklanmamızın, tepedeki otoriterlik nedeniyle sağır ve dilsiz olan bir Ulus’a “İşte buradayız!” diye haykırmaktan ibaret olmadığına işaret etmek istiyoruz. O, aynı zamanda, “Biz buyuz ve bu olmaya devam edeceğiz… ama artık saygınlıkla, demokrasiyle, adaletle, özgürlükle” demekti aynı zamanda. Bunu iyi biliyorsunuz, çünkü başka şeylerin yanı sıra, o günden beri bizlere eşlik ediyorsunuz.

Ne yazık ki, bu yola adanmış 7 yıldan sonra, 2001 Nisanı’nda, tüm partilerden (öncelikle de PRI, PAN ve PRD) siyasetçiler ve kendi deyişleriyle “Birliğin üç dalı” (başkanlık, kongre ve mahkemeler) Meksika’nın yerli halklarının hakları ve kültürünün anayasal tanınmasını reddetmek üzere bir ittifak oluşturdular. Ve bunu yükselen ve bu amaçla bir araya gelen büyük ulusal ve uluslar arası harekete aldırmadan yaptılar. Medya dahil büyük çoğunluk, hesabın kapatılmasından yanaydı. Ama siyasetçiler kendilerine para getirmeyecek hiçbir şeyi önemsemezler; yıllar önce San Adrés Anlaşmaları imzalandığında ve COCOPA anayasal reform önerisi taslağı hazırladığında kabul ettikleri öneriyi, bu kez reddettiler. Reddettiler, çünkü aradan kısa bir zaman geçtiğinde herkesin unutacağını düşünüyorlardı. Ve belki pek çok insan unuttu, ama biz unutmadık. Bizim belleğimiz var ve onlardı: PRI, PAN, PRD, Cumhurbaşkanı, milletvekilleri ve senatörler ve Anayasa Mahkemesi. Evet, yerli halklar günümüzde bu Ulus’un yumuşak karnı olmayı sürdürüyor ve 500 yıldır aynı ırkçılığın acısını çekiyorlar. Seçimlere (bir başka deyişle onlara kâr sağlayacak konumları güvence altına almak için) hazırlandıkları bugün ne söyledikleri önemli değil: çoğunluğun iyiliği için hiçbir şey yapmayacaklar; para olmayan hiçbir şeye kulak vermeyecekler.

Biz Zapatistalar bir şeyden gurur duyuyorsak o da söze önem vermemizdir; dürüst ve ilkeli söze. Tüm bu süre boyunca sizlere, taleplerimizi elde etmek için diyalog ve müzakere yolunu deneyeceğimizi söyledik. Barışçı mücadelede büyük çabalar göstereceğimizi söyledik. Yerli mücadelesi üzerinde odaklanacağımızı söyledik. Ve öyle de oldu. Sizlere ihanet etmedik. Bu soylu davaya cömertçe katkıda bulunduğunuz yardımların tümü, yalnızca buna kullanıldı, başka hiçbir şeye değil. Hiçbir şeyi başka bir alanda kullanmadık. Meksika’dan ve dünyadan aldığımız tüm insanî yardım yalnızca Zapatista yerli cemaatlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinde ve yerli hakları ve kültürünün tanınması yönündeki barışçı girişimlerde kullanıldı. Alınanlardan hiçbir şey silah elde etmede ya da savaş hazırlıklarında kullanılmadı. Yalnızca buna ihtiyacımız olmadığından değil (EZLN askerî kapasitesini 1994’ten bu yana olduğu gibi korudu), ama her şeyden önce, yardımlarınızın bir şey için olduğunu söyleyip, başka bir şey için kullanmak dürüstçe olmayacağı için. Adaletli ve saygın bir barış için alınan yardımın bir milimi bile savaş için kullanılmadı. Savaşmak için yardıma ihtiyacımız yoktu. Barış içinse, evet.

Tabii, sözümüzü Meksika’daki ve dünyadaki başka mücadelelere gönderme yapmak (ve kimi durumlarda onlarla dayanışmamızı ifade etmek) için kullandık; ama o kadar. Ve pek çok kez, daha fazlasını yapabileceğimizi bilmemize karşın, kendimizi engellememiz gerekti, çünkü çabalarımız -sizlere de söylediğimiz gibi- münhasıran yerlilerle ve onlar içindi. Kolay olmadı. 1,111’lerin Yürüyüşü’nü anımsıyor musunuz? 1999’daki 5000’lerin Consulta’sını? 2001’deki Yeryüzünün Rengi Yürüyüşünü? O zaman campesino’lara (köylüler), işçilere, öğrencilere, öğretmenlere, çalışanlara, eşcinsellere ve lezbiyenlere, genç insanlara, kadınlara, çocuklara, yönelen haksızlıklar ve nefreti görüp duyduğumuzda neler hissettiğimizi varın siz düşünün. Yüreğimizin neler hissettiğini düşünün.

Acı, öfke, bize ait olduğu için tanıdığımız bir kızgınlık duyduk. Ama bu kez ötekinde olduğu için bizi etkiliyordu. Ve daha genişlemeyi istememizi sağlayan, daha kolektif, daha ulusal olmasını esinleyen “Biz”i duyduk. Ama hayır, sadece yerli demiştik, buna sadık kalmalıydık. Sanırım tarzımız böyle; sözümüze ihanet etmektense ölümü yeğleriz.

Şimdi başka bir şeyler söyleyip yapabilmek üzerine yüreğimize danışıyoruz. Eğer çoğunluk evet derse, o zaman bunu yapmak için olanaklı her şeyi yapacağız. her şeyi, gerekirse ölmeyi de. Dramatik görünmek istemiyoruz. Sadece ne kadarına talip olduğumuzu açığa çıkartmak için söylüyoruz bunu. Bir başka deyişle, “bize bir konum, bir miktar para, bir vaat, bir adaylık verilmesine kadar” değil.

Belki birileri, altı ay önce, “ne kayıpsa kayıptır”la başladığımızı anımsayacaktır. Şu hâlde, kayıp olanı bulmaya çalışıp çalışmayacağımıza karar verme vakti geldi. Bulmak değil, inşa etmek. Evet, “başka bir şeyi inşa etmek”.

Son birkaç güne ait bildirilerden bazılarında, bir iç danışmaya girdiğimizi sizlere duyurmuştuk. Kısa sürede sonuçları alacağız ve sizi bunlardan haberdar edeceğiz. O zamana dek, size mektup yazma fırsatını değerlendiriyoruz. Sizlere hep içtenlikle seslendik; yüreğimiz ve koruyucumuz olana, Votan Zapata’ya, Zapatista cemaatlere, kolektif komutamıza da.

Güç ve zor bir karar olacak, tıpkı yaşamımız ve mücadelemiz gibi. Dört yıl boyunca, halklarımıza kapı ve pencereleri sunabilecek koşulları hazırlamakla uğraştık; öyle ki, günü geldiğinde, herkes, hangi pencereden bakacağını ve hangi kapıyı açacağını seçebilmesini sağlayacak tüm bileşenlere sahip olsun. Ve bizim yolumuz bu. Bir başka deyişle, EZLN önderliği yönetmez; bunun yerine yolları, adımları, eşlik etmeyi, yönü, hızı, hedefi arar. Birkaç tane. Sonra da halklara yolları sunar ve onlarla birlikte şu ya da bu yolu izlediğimizde neler olacağını tartışır. Çünkü, üzerinde ilerlediğimiz yola bağlı olarak, iyi olabilecek şeyler de vardır, kötü olabilecek şeyler de. Ve sonra onlar -Zapatista cemaatler- düşüncelerini söyler ve tartıştıktan sonra ve çoğunluk olarak nereye gideceğimizi kararlaştırır. Ve emri verirler ve EZLN önderliği, işi örgütlemek, o yolu yürümek için ne gerekiyorsa hazırlamak zorundadır. Tabii EZLN önderliği yalnızca onlara ne olduğuna bakmaz, aynı zamanda halklara bağlı olmak ve onların yüreklerine dokunmak, söyledikleri gibi, onlarla bir olmak zorundadır. Sonra hepsi bizim bakışlarımız, bizim kulağımız, bizim düşüncelerimiz, bizim yüreğimiz olur. Ama, şu ya da bu nedenden dolayı, önderlik hepimiz gibi bakmıyor, veya duymuyor, veya düşünmüyor veya hissetmiyorsa? Ya da bir kısım görülmüyor, başka bir şey duyulmuyor, diğer düşünceler düşünülmüyor ya da hissedilmiyorsa? Herkese danışılmasının nedeni budur. Herkese sorulmasının nedeni budur. Herkesten onay alınmasının nedeni budur. Çoğunluk hayır diyorsa, o zaman önderlik başka bir yol aramak, ve biz kolektif olarak bir karara varana dek halklara başka bir yol sunmak zorundadır. Başka bir deyişle, halk yönetir. Şimdi kolektifi oluşturan bizler bir karara varacağız. Lehte ve aleyhteki noktaları tartıyorlar. Neyin yitirilip neyin kazanılacağını dikkatle hesaplıyorlar. Kaybedilecek olanın az olmadığı görülürse, buna değip değmeyeceği kararlaştırılacak. Belki bazı kişilerin tartılarında elde ettiklerimize fazlaca ağırlık verilecek. Belki başkalarınınkinde, toprağımızın ve göklerimizin İktidarın aptalca açgözlülüğüyle tahrip edildiğini görmenin verdiği öfke ve utanç, daha ağır basacak. Her durumda, bir külhanbeyi çetesi Patria’mızı (Vatan -ç.) ona ve herkese varoluşunu sağlayan şeyden, saygınlıktan yoksun bırakırken, edilgin kalıp salt seyretmekle yetinemeyiz.

Ah, evet, şimdi önümüzde pek çok dönemeç var. Size belki de son kez, destek vaadinizi iade etmek için yazıyoruz. Yerli mücadelesinde kazandıklarımız az değildi ve bu da, -size hem özel, hem de kamusal olarak söylediğimiz üzere- yardımlarınız sayesinde oldu. Sanırız biz Zapatistaların, bu noktaya kadar sizlerle birlikte inşa ettiklerimizden, hiçbir utanca yer bırakmaksızın, gurur duyabilirsiniz. Ve sizin gibi insanların yanımızda yürümüş olmasının bizler için bir onur olduğunu bilin.

Şimdi başka bir şey yapıp yapmayacağımıza karar vereceğiz, ve sonuçları uygun zamanda kamuoyuna açıklayacağız. Şimdi -spekülasyonların önüne geçmek için- bu “başka bir şey”in bizim tarafımızdan herhangi bir askerî saldırı eylemi olmadığını açıklıyoruz. Kendi adımıza biz, saldırgan askerî mücadeleyi yeniden başlatmayı ne planlıyor ne de tartışıyoruz. 1994 Şubat-Mart’ından bu yana, tüm askerî mevcudiyetimiz savunmaya yönelik olagelmiştir. Hükümet de, kendi adına, federal kuvvetler ya da paramiliterleri eliyle saldırı savaşı hazırlıkları yürütüp yürütmediğini açıklamalıdır. VE PRI ve PRD de, Chiapas’da destekledikleri paramiliterlerle bize karşı saldırı planlayıp planlamadıklarını açıklamalıdır.

Eğer Zapatista çoğunluğun kararı bu yönde olursa, bize şimdiye dek münhasıran yerli olan mücadelemizde omuz vermiş olanlar, herhangi bir utanç ya da pişmanlık duymaksızın, Comandante Tacho’nun, iki buçuk yıl önce, 2003 Ocağında San Cristóbal de Las Casas meydanında değindiği “başka bir şey”den kendilerini uzaklaştırabilirler. Ayrıca, şu andan itibaren bu ilişki kesmeyi doğrulayan ve iş başvurularında, CV’lerde, kahve sohbetlerinde, yayın kurullarında, yuvarlak masa toplantılarında, kapalı tribünlerde, forumlarda, sahnelerde, cilt kapaklarında, dipnotlarda, kolokyumlarda, adaylıklarda, teselli kitaplarında ya da gazete sütunlarında kullanılabilecek ve, bunlara ek olarak, her mahkemede savunma kanıtı olarak gösterilebilecek bir bildiri yayınlanmıştır (gülmeyin, bu olayın bir içtihadı var: 1994’te, kötü bir hükümet tarafından tutuklanan -ve Zapatista olmayan- bazı yerliler, CCRI-CG’nin bu kişileri EZLN’nin yaptıklarından aklayan bir mektubu sayesinde yargıç tarafından serbest bırakılmışlardı. Bir başka deyişle, avukatların dediği gibi “bunun içtihadı var.”)

Ama yüreklerinde yeni sözümüzün -küçük de olsa- bir yankısını bulanlar ve seçtiğimiz yol, adım, hız, eşlik ve hedefin çağrısını hissedenler, belki, “başka bir şey” olduğunu bilerek yardımlarını yenilemeye (ya da doğrudan katılmaya) karar verebilirler. Aynen öyle; hilesiz, ihanetsiz, ikiyüzlülükten, yalanlardan uzak.

Kadınlara teşekkür ediyoruz. Bize yardım eden, bize eşlik eden ve pek çok kez acılarımızı ve adımlarımızı paylaşan tüm kızlara, yeniyetmelere, genç kadınlara, señorita’lara, señora’lara ve ihtiyarlara (ve 12 yıl boyunca birinden diğerine değişenlere). Bize yardım edip bizimle yürüyen, Meksikalı ya da başka ülkelerden, hepsine. Yaptığımız her şeyde siz büyük çoğunluktunuz. Belki de sizlerle, herkes kendi yerinde ve tarzında olmak üzere ayırımcılığı, aşağılanmayı…ve ölümü paylaştığımız için.

Kendini hükümet görevleri, harcırahlar, güçlülerin “yerlilere ve hayvanlara layık” dedikleri pohpohlamalara satmayan ulusal yerli hareketine teşekkür ediyoruz. Sözümüze kulak verenlere ve sözlerini bizden esirgemeyenlere. Yuvasını, yüreğini bizlere açanlara. Saygınlıkla direnenlere ve direnmeyi sürdürenlere, yeryüzünün bizim oluşturduğumuz rengini yükseklere taşıyanlara.

Meksika’nın ve dünyanın genç erkek ve kadınlarına teşekkür ediyoruz. O ’94 yılında çocuk ya da yeniyetme olup, kulaklarını ve gözlerini kapatmadan soyluca büyüyenlere. Gençliğe erişenlere ya da takvimden kopartılan yapraklara karşın orada kalıp koyu tenli ellerimize isyanlarının elini uzatanlara. Gelip saygın yoksulluğumuz, mücadelemiz, umudumuz ve çılgın girişimimizle günlerini, haftalarını, aylarını, yıllarını paylaşmayı seçenlere.

Eşcinsellere, lezbiyenlere, transseksüellere, cinsiyet-ötesi kişilere ve “kendi tarzındaki herkese” teşekkür ediyoruz. Gizlenmenin bir kusur olmadığı bilinciyle farklılığa saygı mücadelelerini bizimle paylaşanlara. Cesaretin testosteronla hiç mi hiç ilişkisi olmadığını gösterenlere ve bizlere tekrar tekrar aldığımız saygınlık ve soyluluk derslerinin en güzellerinden bazılarını verenlere.

Meksika’dan ve dünyadan, yerliler için mücadelemize omuz veren aydınlara, sanatçılara, bilim insanlarına teşekkür ediyoruz. Pek az hareket ya da örgüt, arkasında bu denli zeka, deha ve yaratıcılığın (her zaman eleştirel, ve onlara bunun için teşekkür ediyoruz) desteğinin bulunmasıyla övünebilir. Sizlere hep kulak verdiğimizi ve görüşlerinizi paylaşmadığımız zamanlarda dahi sizleri saygı ve dikkatle dinlediğimizi, taşıdığınız ışıktan bir şeylerin karanlık yollarımızı aydınlatmada yardımcı olduğunu zaten biliyorsunuz.

Gördüklerini ve duyduklarını tüm dünyaya hakikate bağlı kalarak duyuran ve seslerimize ve yolumuza, onları çarpıtmaksızın saygı gösteren dürüst basın emekçilerine ve saygın medyaya teşekkür ediyoruz. Mesleğinizin icrasında yaşadığınız, yaşamlarınızı riske attığınız, saldırılara uğradığınız ve bizler gibi, adalet bulamadığınız bu zor günlerde sizlerle dayanışmamızı ifadelendiriyoruz.

Ve kimseyi ihmal etmeden, dürüstçe ve içtenlikle bize yardımcı olan herkese teşekkür ediyoruz.

Bu mektubun başında, bunun bir veda olmadığını söylemiştim. Ama öyle görünüyor ki, kimileri için bu bir veda. Diğerleri için ise, ne olacaksa, o, yani bir vaat… Çünkü kayıp olan, artık görülebiliyor….

Vale. Selamlar ve yürekten yüreğe, her şey için teşekkürler.

EZLN Zapatistaları adına.

Meksika Güneydoğusu dağlarından.

İsyancı Subcomandante Marcos

Meksika, 2005 yılının altıncı ayı.

Not - Artık futbol oynamaktan söz etmediğimizi görebiliyorsunuz. Ya da salt bunu düşünmediğimizi. Çünkü bir gün Milano Internazionale’siyle oynayacağız. Biz, ya da bizlerden geriye kalanlar.

(*)Yazar EZLN/Subcomandante Insurgente Marcos, 1:24 am 21 Haziran 2005

kemikal biladerlerde yeni bir yapılandırma

Bu siteyi açarkenki amacımız ev yaşantımızı birazda olsa dışarı açabilmek biraz daha farklı eleştirel bir açıdan yaklaşabilmekti. Bu durumu birazda olsa sizlere yansıta bildiğimizi düşünüyorduk. Çünkü biliyordu ki bu dünyanın değişimi kendi yaşam alanlarımızdan kendi mutfağımızdan başlıyordu düşünsenize kendi mutfağını bile değiştiremeyen insanların dünyayı değiştirmeye kalktıklarını... Kısacası dokunabilmek istiyorduk yüreklerimize yüreklerinize. Ama kapitalizm ister neonlu bilinmeyen yüzüyle gelsin isterse deneye dayalı tüm sistematikleriyle gelsin içimizde kanayan bir yerlerimize tuz çalmaya devam ediyor. Kaptırıyoruz ister istemez kendimizi onu şehvetli yollarına... Mutluluk diyoruz... Geçici sevinçler oluyor uzanımlarında... Sevgililerimizde arkadaşlarımızda... Yarenliklerimizde... İster istemez bir otorite kurmak zorunda kalıyoruz çünkü korku ister istemez bizi sürüklüyor istediklerine yüzünü göstermiyor ve maskeler takmak zorunda kalıyoruz. İşten kovulma korkusu. Sevgilinin terk etme korkusu... Aç kalma korkusu... Vb birçok korkuyla saldırıyor üzerimize ve insanlığımızdan bir adım daha uzaklaşır bir hal alıyoruz bu bataklıktan kurtulmak için giriştiğimiz şeylerde gerçekçi olmadığı ve gerçeği ( doğanın sunmuş olduğu ve eninde sonunda maruz kaldığımız kanunlar bütünü) daha çamura bulamamızı ve tarihin tozlu raflarında bir nokta olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor maalesef. Peki, bu kadar çözümlenin sonucu ne? Bu yüzden sitenin yapısında ara sırada olsa içimizden bir yerlerden bir şeyler yazacağımızı söylemiştik. Buna birazda bilgilendirme eklemek istiyoruz çünkü bu dünyanın asıl yerlileri bizleriz. Hatalarımız yanlışlıklarımız üzüntülerimiz neşelerimiz sevinçlerimizle bir kaybediş bir yer aldı jargonu oluşturmak istiyoruz. Geyiklerimizle dalga geçtiğimiz yerlerimize inat özlemlerimizi de yazma kararı aldım( aldık demeyi çok isterdim ama acı ve saldırı pozisyonunda bunlar olmuyor).

29 Ekim 2007 Pazartesi

Arjantin: Liseliler belediyeden seks oteli istedi


Kent meclisi üyelerinden Juan Rivero ile görüşen liseliler, Rosario kentinin sosyalist belediye başkanından, liseliler için ücretsiz veya öğrenci harçlıklarına uygun fiyatla hizmet veren bir “telo” kurulmasını talep ediyorlar.

Arjantin'de hemen her mahallede bulunan ve “telo” adıyla bilinen oteller, müşterilerinin kimlik kaydını almaksızın saatlik oda kirâlıyorlar.

Kaynak :Pagina

27 Ekim 2007 Cumartesi

kemikal biladerlerden arasıra olsada şiddetle okunması tavsi edilir


Sözcükler tanımlamakta zorlansa da, hah hah ha'yı hepimiz tanıyoruz: İnsani davranışın en neşeli, en "ciddiyetsiz" örneklerinden biri. Kahkahanın Zaferi'nde Barry Sanders, bu neşeli eylemin ardındaki yaratıcı ve bozguncu potansiyeli açığa çıkararak, kahkahanın gücünü yabana atanlara entelektüel bir nanik yapıyor.

Gülme insanoğlunun "kökdili"dir, edebiyata hayat vermiş olan en dolaysız dil: "Edebiyatın kökleri, çok çalışma, gözden geçirme ve ciddi betimlemede değildir. Edebiyat daha çok, bir spor gibi, oyun ve alaycı konuşmadan, esprilerden ve neşeli konuşmalardan doğup gelişmiştir." Ne var ki kahkahalar her zaman özgürce çınlamamıştır. Kahkaha bozguncudur, tehlikelidir. Yersiz bir kahkaha, her şeyden daha büyük bir güçle, yetkili kişilerin iktidarını sarsabilir. Bu yüzden iktidardakiler, tarih boyunca bu tehlikeli sesi susturmanın yollarını aramışlardır. Ciddiyet ve ağırbaşlılık çağrısı kimi zaman dinsel dogmalardan gelmiştir, kimi zaman yurttaşlık ideallerinden, kimi zaman da toplum "adabı"nın gereklerinden.

Kahkahanın Zaferi, gülmeye ilişkin tutumlardaki kültürel değişimleri izlemeye Batı uygarlığının en başından başlar. İsrailoğullarının öfkeli Tanrısı'yla Ortaçağ, Rönesans ve Aydınlanma'yı kat ederek gümüze, Freud'a ve stand-up komediye kadar uzanır.

Tarih boyunca durmadan anlam değiştirmiş olsa da, Sanders'a göre kahkaha her zaman "köylülerin ve kadınların" dünyasıyla bağlantılı olmuştur; gülme aslında bir "yeraltı hareketi"dir, sesini duyuramayanların sesidir. Kahkaha, bayağılık ile erdemi, cennetlik ile cehennemliği, görgülü ve incelmiş sınıfları ile kaba saba, yontulmamış güruhları birbirinden ayrıt etmenin anahtarı olmuş, hatta giderek, gülme heveslileri ("çatlaklar", "toplum kaçkınları") toplumun suçluları gibi görülmeye başlanmıştır.
(Arka Kapak'tan)

seni unutmayacağız

kemikal biladerlerden ev içi genel bilgilendirme -1-ubuntu


Ubuntu'nun hedefi son kullanıcı kitlesinin ulaşabileceği kolay, hızlı, ücretsiz, güçlü bir işletim sistemi oluşturmaktır. Anlamı Güney Afrika dilinde; "Ben, sen sen olduğun için, benim" demektir, aynı zamanda "başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever" olmak gibi insani değerlerin temel alındığı bir dünya görüşüdür. Linux For Human Beings "İnsanlık için Linux" sloganını kullanan Ubuntu, Debian'dan farklı olarak her 6 ayda bir yeni sürüm; her sürüm için de 18 ay destek sunmaktadır. Ubuntu, GNU/Linux hakkında hiç tecrübesi olmayan kişilerin başlaması için ideal bir seçimdir.Özellikleri itibarıyla acemi, tecrübeli ve uzman kitleye de hitap etmektedir.Türkiye'de en çok bilinen ve kullanılan 2. Linux dağıtımıdır